loading
close
SON DAKİKALAR

Tanzimat'tan Cumhuriyete Batılılaşma Arayışları

Tanzimat'tan Cumhuriyete Batılılaşma Arayışları
Tarih: 05.12.2012 - 00:00
Kategori:

Prof. Dr. Ahmet Özer kaleme aldı, ''Avrupaileşmeden Avrupalılaşmaya Doğru'

 Prof. Dr. Ahmet Özer kaleme aldı, ''Avrupaileşmeden Avrupalılaşmaya Doğru'

1. Giriş: Osmanlı Dönemi Arayışları

Türklerin Avrupalılarla ilk karşılaşmaları savaş cephelerinde olmuştur. Gaza, fetih ve yağma kültürü üstünde yükselecek olan bir beyliğin imparatorluğa evirilmesi için yeni toprakların fethi gerekiyordu. Yeni toprakların fethi için asker lazımdı. Askeri yanında tutmak ve beslemek için de "ganimet"e ihtiyaç vardı. Osmanoğlu beyliğini bir çekim merkezi haline getiren şey bu döngünün zamanla bir anlayışa dönüşerek yerleşmesidir. Bu da savaş, yağma ve ganimet demekti. Kazanılan her savaş üç önemli gelişmeyi de beraberinde getiriyordu. 1) Fazla nüfusu yeni fethedilen yere akıtmak 2) Yeni toprakların katılımıyla yayılmak 3) Fethedilen yerlerin yağmasından elde edilen ganimetin yarattığı çekicilik ile yeni katılımları sağlamak. Dolayısıyla bir kartopu etkisi yapan bu büyüme gaza ve cihat telkinine dayanan savaş; çapul, yağma ve talan anlayışına dayanan ganimet; işgal, ilhak ve fetih ruhuna dayanan yayılma üzerinde yükselmiştir. Bu sürecin odağında ise savaş vardır.

Osmanlı'nın geldiği yer doğu (Orta Asya), gitmek istediği yer ise Batı (Avrupa) olduğundan ilk çarpışma ve kapışmaları da batılı güçlerle, Avrupalı devletlerle yaşamıştır. Osmanlı klasik savaş dönemlerini kazanmasına rağmen doğuda İran, güneybatıda Portekiz engeline, Avrupa'da ise Viyana engeline takılmış olmasına karşın en önemli genişlemeyi Avrupa yönünde gerçekleştirmiştir. 

Ancak Osmanlı'nın bu dönemde tek amacı işgal ve ilhak olduğundan sosyo-kültürel bir etkileşim ve değişim söz konusu değildir. Etkileme daha çok (karşılıklı olarak) askeri alanlarda olmuştur. Bu dönemin, Avrupa nezdindeki imajı, özellikle de güç dengesinin Osmanlı'dan yana olduğu dönemin imajı saldırgan, vahşi, barbar Türk imajıdır. Nitekim Avrupa bu çelişkiyi kilise öncülüğünde gerçekleştirdiği Haçlı seferleri ile çözmeye çalışmıştır. Bu ikinci büyük karşılaşma hem Avrupalıların geçtikleri yerlerde bıraktıkları etki ve izlerle, hem de kendilerinin doğudan Avrupa'ya götürdükleri değerlerle o döneme değin en büyük etkileşimi sağlamıştır.

Üçüncü büyük karşılaşma İstanbul'un Fethidir. İstanbul'un fethi göçebe gelenekten gelen Osmanlı kültürünün gerçek anlamda yerleşik Avrupai kültürle ilk ciddi karşılaşmasıdır. Bu karşılaşma üç önemli sonuçla noktalanmıştır: 1) Bizans'ın boşalttığı yere Türkleri yerleştirmek, kalanların da asimle edilmesi sonucu demografik açıdan ilk büyük Osmanlı kentinin ortaya çıkması 2) Kentin savaştan arta kalan mimarisinin, fiziki ve kültürel mirasının büyük ölçüde korunması. Başat olan kültür bu yerleşik değerler olduğundan Osmanlı Bizans kültürünü tamamen ortadan kaldıramamış kimi konularda kendisi evirilmiştir. Bugün hala Bizans'ın görkemli yapıtları varlıklarını koruyarak sürdürmektedir 3) Sosyal, siyasal, hukuki ve kültürel üst kurumlarda da bir etkileşim yaşanmıştır. Ancak bunların çoğunlukla bilinçli bir tercihin sonucu olan etkileşimlerden ziyade sosyal hayatın kendi doğası içinde gelişmiştir. 
Dolayısıyla bu vakte kadar olan gelişmelerde bilinçli bir batılılaşma söz konusu değildir. Bu süreç 18. Yüzyılın başlarına kadar böyledir. İmparatorluk coğrafi ve kültürel yönden Avrupa ile zaman zaman karşılaşmış ve iç içe geçmiştir. Batıdan kopya çekme, onun gibi yaşama "hastalığı" ve isteği 18. yüzyılla başlar. Ama Batı Avrupa'yı bir model olarak alma ve bu yönde değişme ve imparatorluğu ıslah ederek kurtarma ve sürdürme hamleleri ise 19. yüzyıla dayanır. Osmanlı'da Batılılaşma genellikle 19. yüzyılla başlatılır ama doğrusu (ve meselenin özünün daha iyi kavranması için) bu süreci 18. yüzyıllara kadar geri götürmektir. Bu tarihi süreçler üzerinde uzun uzadiye durmak yerine (bir örnek olay olarak) 18. yüzyılın ikinci çeyreğinde gerçekleşmiş olan bir İsyan hareketinin tarihi-sosyolojik tahlili ile konuya açıklık getirmeye çalışalım. 

Ancak bu konuya geçmeden şunu da belirtelim, bu batılılaşma anlayışı bütün sonraki dönemlerde de benzer biçimde sürmüş, hatta Cumhuriyetteki batılılaşma hareketi bile bu kökler üzerinde yükselerek benzer biçimde yayılmaya çalışmıştır. Bu anlayışın temel mantığı batılılaşmayı üst yapı kurumları bakımından ele almak ve uygulama yanlışıdır. Batılılaşmayı üretim ve teknoloji yaratma maharet ve kapasitelerinden kopartarak Batılı gibi yeme, içme, giyme v.b. yani onun gibi yaşama olarak algılamıştır. Diğer bir deyişle bu anlayış batılılaşmayı (belki de kolayı bu olduğu için) batı taklitçiliği ile karıştırmıştır. 

Oysa Batı sadece üstyapı kurumlarından ibare değil. Batı ekonomik, sosyal, siyasal (demokratik) bir modelin adıdır. 
Batılılaşmak batılı gibi yemek, giyinmek ve onun gibi eğlenmekten ibaret bir şey değildir. Batının gelmiş olduğu seviyeye gelmiş olmaktır.

Bugün bile hala "AB'ye girelim ama şu şu konularda değişmeyelim" yaklaşımı tipik Osmanlı yaklaşımının bir uzantısı niteliğindedir. AB bizi içine alsın ama bize ayrıcalık tanısın "bize torpil yapsın" mantığının bir ürünüdür. Bu tarz yaklaşımlar hem meselenin özünü kavramamaktan hem de yönetici sınıfın (ta Osmanlıdan beri süre gelen) değişim korkusundan kaynaklanmaktadır. O nedenle batılılaşma ve değişim hep yüzeysel olarak görülmüş, buna tepki gösteren kitleler ise hep susturulmuş ve bastırılmıştır. Bu tepkilerden biri 18. Yüzyılın ilk yarısında yaşanmış tipik 
Patrona Halil İsyanıdır. 

Bu kısa girişten tarihi sürece geri dönebiliriz. Bu sürece baktığımızda 18. Yüzyıldan itibaren bir batılılaşma hareketi ve arayışı görüyoruz. Ancak ne gariptir ki o gün de bugünlere benzer biçimde batılılaşma ya hep yanlış algılanmış ya da yönetenlerin (sarayın) işine geldiği biçimde algılanmıştır.

2. Bir Örnek Olay: Patrona Halil İsyanı

Aslında Osmanlıda Batılılaşma Tanzimat'tan bir yüzyıl önce başlamıştır. Hatta bu dönemde batılılaşma ile ilgili yapılmış bazı girişimler ve batılı yaşama tarzını taklit ederek yaşamaya karşı bazı direnişler ve ayaklanmalar bile vardır. İşte Patrona Halil İsyanı bunlardan biridir.

Resmi tarihte gerici bir ayaklanma olarak damgalanan 1730'daki Patrona Halil Ayaklanması aslında bir gerici ayaklanmadan ziyade halktan kopuk, batılılaşmayı şatafat içinde yaşamak olarak gören ve büyük debdebe ve şah şaha içinde yaşayan saraya karşı gerçekleştirilmiş bir isyan hareketidir.

18. yüzyılın başında III. Ahmet’in ünlü sadrazamı Nevşehirli İbrahim Paşa da tıpkı sonraki "Nizam-ı Cedit"çiler (Yeni Düzenciler), "Tanzimatçılar (Düzenlemeciler) ve "Cumhuriyetçiler" gibi "çağdaşlaşma" ile "batılılaşmayı özdeşleştirmişlerdi (Altan, 2000).

Ancak bu batılılaşma anlayışını kavramada hep bir çarpıklık bir yanlışlık göze çarpar. Batılılaşma üretim ve teknolojiden ziyade tüketim ve yaşama biçimlerinde taklit edilmiştir. Böylece 18. Yüzyıldan itibaren batılılaşma alt yapı kurumları ve üretim modelleriyle değil üst yapı kurumları ve tüketim modelleriyle alınmıştır.

Nevşehirli İbrahim Paşa da Fransız Sarayına özenerek başlattığı ve daha sonra tarihe Lale Devri olarak (1718–1730) geçecek olan şah şahalı ve şatafatlı dönem 12 yıl sürmüştür. Bu dönem içinde Hollanda'dan getirilen lalelerle Lale Bahçeleri kurulmuş, lale en değerli ve muteber hediye halini almış, padişahlar gözdelerine, erkekler nişanlılarına ve sevgililerine değerli armağan olarak lale sunmuş, öyle zaman olmuş ki bir Lale bin akçeyle alınır satılır olmuştur. Gene aynı dönem debdebeli bir yaşam başta saray olmak üzere dönemin zengin tabakası tarafından yaşanmaktaydı. 
Kâğıthane kasırlarında geceleri kaplumbağaların üstüne mumlar dikilerek Avrupai saray eğlenceleri düzenleniyordu 
(Altan, Radikal:14.4.2000).

Bu sırada tebaa ise yokluk ve yoksulluk içinde yaşıyordu. Avrupai tüketim kalıplarına ve olanaklarına sahip olmayan kul yığınları çağdaşlaşma adına batılı tüketim biçimini ve debdebeli saltanat sürmeyi benimseyenleri "Bunlar kâfir oldu" diye suçlayarak sağda solda ve özellikle de camilerde propaganda yaparak halkı bu "gâvur düzene" karşı ayaklanmaya çağırıyordu. İşte gerici ayaklanma diye nitelendirilen Patrona Halil İsyanı da tüketimde batılılaşmaya karşı gelişen ilk tipik kitle tepkisidir.

Patrona Halil'de olduğu gibi Osmanlı diğer tüm ayaklanmaların ardındaki sosyolojik gerçekliği hiç bir zaman araştırıp ortaya koymadı. Bütün tepkilere asayiş boyutu ile yaklaşıldı ve bunlar bir biçimde damgalanarak kanlı bir biçimde bastırıldı. Ne yazık ki Cumhuriyet de bu geleneği devraldı. Modernlik toplumsal dinamikleri geliştirmekten çok bu dinamikleri gözaltına alma, bastırma, tekleştirme olarak algılandı ve uygulandı. Hal böyle olunca dinamikler bir türlü harekete geçirilemedi ve gerçek anlamıyla bir batılılaşma sağlanamadı. Çetin Altan'ın deyimiyle "salt yönetici kesime göre şekillenen Ortaçağ 'kabuk devleti' anlayışından; halk kitlelerine servis veren 'teknik bir devlet' biçimlenmesine bir türlü geçilemedi". 18. yüzyılla başlayan ve neredeyse 300 yıl sürmüş olan bir koca zaman dilimi böyle heba edildi. 

3. Fransız Devrimden Tanzimat Batıcılığına Uzanan Süreç

Aynı şey asıl batılılaşmanın eskiye göre "daha sistematik" ve "daha bilinçli" başlatıldığı Tanzimat Dönemi için de söylenebilir.

Bütün bu dönem ve sonrasında batıda gerçekleşen iki devrim her şeyi çok derinden etkilemiştir. Bunlardan biri Sanayi Devrimi, öbürü ise Fransız devrimidir.

Fransız Devrimi (1789), Osmanlıların batılılaşmasını kolaylaştıran ve hızlandıran bir fonksiyon gördü. Bu açıdan bakılınca Fransız Devriminin Osmanlıyı 3 alanda etkilediği söylenebilir. Bu etkiler siyasette yeniden yapılanmanın yanı sıra ekonomi ve din alanında olmuştur.

1) 19. Yüzyıl ulusçuluğunu etkilemiştir. Nitekim Fransız ulusçuluğu hem Osmanlının son dönemlerinde hem de Cumhuriyetin kuruluşunda önemli ölçüde etkisini gösterir. Ondan önce Devrimin hukuki açıdan 19. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı üzerindeki etkisi 1838'de Tanzimat Fermanı (Gülhane-i Hattı Hümayun) olarak ortaya çıkar. II. Mahmut Döneminde Mustafa Reşit Paşanın önemli katkılarıyla gerçekleştirilen reform hareketleri daha sonraki dönemleri de etkileyerek devam eder. Meşrutiyet ve Cumhuriyet de birer yenileşme ve reform çabası olarak Tanzimat'ın devamı niteliğindedir. Hatta yeni bir dönemin başlangıcı sayarsak Türkiye'nin Avrupa Birliği adaylığı bile bu sürecin uzantısı olarak kaydedilebilir.

Nitekim 10–12 Aralık 1999 Helsinki Zirvesinde Türkiye'nin aday ülke olarak kabul edileceği anlaşılınca gazeteler "2. Tanzimat Dönemi" diye başlık atmış, Tanzimat Fermanı ile AB’nin isteklerini karşılaştıran tablolar yayınlamışlardır.
Tanzimat Fermanını AB'(nin bir nevi KOB belgesi) ile İnsan Hakları ve azınlıklar, ekonomi, hukuk ve adalet konusundaki karşılaştırmasını aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz. 

Tanzimat Fermanı AB’nin İstekleri

İnsan Hakları ve Azınlıklar

Herkesin hayatı güvence altındadır

Kimse açık mahkeme olmadan yargılanamaz

Herkes mülkiyet hakkına sahiptir

Müsadere usulü kalkmıştır

Mahkemenin kararı olmadan kimse hakkında idam cezası uygulanamaz.

Mahkûm olanların varisleri veraset hakkından mahrum edilmeyecektir

Hangi din ve milletten olursa olsun bütün tebaa eşit muamele edilecektir. İnsan Hakları ve Azınlıklar

İnsan hakları ihlalleri ortadan kalkacak.

Azınlık haklarına saygı gösterilecek. 

Etnik olarak farklı olduğunu düşünen gruplara dil özgürlüğü sağlanacak

İdam cezası kalkacak.

Ekonomi

Vergiler herkesin gücüne göre ayarlanacaktır.

Hükümet mali vaziyetinin ne olduğunu bilecektir

Artık maaşsız memur tayin edilmeyecektir

Ekonomi

AB’nin ortalama enflasyonu %1,52’dur. Enflasyon bu orana çekilecek. 

Bütçe açığı dengelenip azaltılacak.

Kamu borçları ekonomik dengeleri alt üst etmeyecek düzeyde tutulacak. 

Avrupa Para Birliği'ne girmek için hazırlıklar yapılacak.

Gümrük Birliği genişletilip tarım ürünleri ile hizmetlere de uygulanacak.

Hukuk ve Adalet

Memuriyet bir bedel mukabilinde satılamaz

Rüşvet kesin olarak kalkacak ve cesaret edenler şiddetle cezalandırılacaktır

Hukuk ve Adalet

Adalet sisteminin işlemesi sağlanacak.

Sosyal güvenlikte değişiklik şart.

İşsizlik Sigortası konulacak.

Hukukun üstünlüğü kabul edilecek.

AB hukukuna uyum sağlanacak. Bu amaçla Çevre Hukuku'ndan Ceza Hukuku'na kadar birçok alanda reformlar yapılması gerekiyor.
.
Aynı yayınlar, 2. Tanzimat Dönemi başlığı attıktan sonra alt başlık olarak da "Türkiye, Helsinki Zirvesinde resmen adaylık statüsü verilmesiyle 160 yıl önce Tanzimat Fermanında olduğu gibi yepyeni bir reform dönemi başlayacak" diye devam ediyor.

Fransız Devriminin bu alandaki ikinci etkisi siyaset ve düşünce alanında olmuştur. Fransız Devriminin olmasına yol açan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganlarının ilk ikisi olduğu gibi benimsenmiş, üçüncüsü ise yerel koşullara uygun bir şekle getirilerek işlenmiştir.

Özgürlüğün sosyal ve kurumsal fonksiyonu için anayasa, temsili hükümet ve hukukun üstünlüğü talebi gündeme geldi: 

"Eşitlik" uluslar arası bir çerçeveye kaydı; bağımsızlığın iktisadi yönüne ışık tuttu. "Milliyet" (kardeşlik) ise dinden meşruiyetini aldı ve o ölçüde gelişti. Batıdan Fransa yoluyla yeni fikirler önce belirli unsurlar halinde sonra da o unsurların ait oldukları bütün ile birlikte geldi. Nitekim önce özgürlük, eşitlik, milliyet (kardeşlik milliyet gibi anlaşılmıştır); daha sonra da Nizam-ı Cedit/Yeni Düzen geldi. Nizam-ı Cedit hem Fransız devriminde ortaya çıkan yeni düzeni, hem de Osmanlıdaki genel reform programını anlatan ortak bir kavram oldu (Sarıtaş, 1999,95).

2) Fransız Devriminin etkileriyle oluşan 3.Cumhuriyet'in radikal siyasal ve ekonomik etkileri söz konusudur. Özellikle Meşrutiyet Döneminde yapılan çevirilerle bu dönem aktarılmış ve etkileri 1930'lu yıllara kadar sürmüştür. Ekonomik alanda Liberal (özgürlükçü) bir yapıyı savunan bu yapı Jön Türkler zamanında Fransız Le Play ekolünden etkilenen Prens Sabahattin tarafından savunulmuştur. İttihat ve Terakki iktidarı ile saf dışı edilen Prens ve arkadaşları bu görüşlerini savunmuş ve yaymaya çalışmış olmakla birlikte bir iktidar odağı olamamış, çevre hareketi olarak kalmıştır. Ancak bu düşünceler Cumhuriyetin kuruluşundan sonra 1923 İzmir İktisat Kongresinde kısmen de olsa dillendirilmiş, 1923–1929 yılları arasında uygulamaya geçirilmeye çalışılmışsa da, gerek devleti kuran kadronun devletçilikten vazgeçmemesi, gerek dönemin Almanya devleti politikalarının etkisi gerekse de 1929 Dünya Ekonomik krizinin etkisiyle bu yaklaşım terk edilerek katı devletçi bir yapıya geçilmiştir. Gerçi Osmanlı'nın son dönemlerinde ve Cumhuriyet döneminde, özellikle de 1930'lardan sonra sürmüş olan milli iktisatçı ve devletçi yaklaşım (başta Ahmet Rıza ve arkadaşları olmak üzere Atatürk de) Fransız devriminden ve Fransa'dan etkilenmişlerdir. Ancak bütün bu dönemler boyunca ekonomik Liberalizm (1980'lere kadar) Türkiye'de tam olarak hakim olmamış ve uygulanmamıştır.

3) Fransız devriminin üçüncü önemli etkisi din alanında özellikle de din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması bağlamında Laiklik ilkesi çerçevesinde olmuştur. Fransız Devriminin getirdiği Laiklik din-dışı olması itibariyle Hıristiyanlığın dışında bir batı imajı oluşturuyordu ve üstelik ortaya çıkarken Hıristiyanlıkla bir nevi mücadele etmiş olması, Laiklik ile Osmanlılar arasında bir ortak payda meydana getirmiş oluyordu. İşte Osmanlı aydınlarındaki batılılaşmanın Laik bir merkez etrafında ve Fransa'yı eksen alarak gelişmesinin önemli nedeni budur. 

Osmanlıda ilk batılılaşma hareketleri matbaacılık, denizcilik, itfaiyecilik ve moda alanında görülmekle beraber Osmanlılar, matbaacılık ve denizcilik de dahil olmak üzere askerlik dışındaki konularda gerçek anlamda bir batılılaşmaya ilgi gösterdikleri pek söylenemez. Bunun böyle olmasında dinin büyük fonksiyonu vardı. Fransız devriminin getirmiş olduğu Laiklik ilkesini kendi açısından yorumlayan Osmanlıların bu katı tutumlarında ilk etapta bir yumuşama bir kırılma meydana geldi.

Osmanlılar, Batının topçuluk ve kısmen matbaacılık gibi tekniklerini alıp, batıl olduğu gerekçesiyle ilgisiz kaldıkları düşüncelerini ise Fransız Devriminin laiklik prizmasından geçirdikten sonra kapılarını açmışlardır. Laiklik bir bakıma batıl düşüncelerin Osmanlılar nezdinde Meşrutiyetini sağlıyordu. Ancak bu kendine göre algılama daha sonra ters tepecek ve bu anlayışın yansımalarının yarattığı sorunlar 2000'li yılların Cumhuriyet dönemine kadar sürecek ve sorun olmaya devam edecektir. 

Çünkü Laiklik iki farklı dönemde iki farklı algılamaya konu oldu. Bunlar bir sistem olarak benimsenmeden önceki ve bir sistem olarak benimsendikten sonraki dönemlerdir. Sistem olarak benimsenmeden önce laikliğin din-dışı karakteri Hıristiyanlığı dışlıyordu (veya böyle yorumlandığı için) böylece olumlu karşılanıp memnuniyet yaratıyordu. Sistem olarak benimsendikten sonra ise (her türlü dini bu arada) Müslümanlığı da dışlamaya başladı. Bu da birtakım sorunlar ve sonu gelmez tartışmalar ortaya çıkardı (Sarıtaş, 1999,94) ve bugün bu sorunlar ve tartışmalar hala sürmektedir. 
Batıya olan ihtiyaç, Batının etkileri Batıya yönelişin ivmesini de her geçen gün daha da artırmıştır. Bu anlamda Üçüncü Ahmet Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut dönemleri, Batılılaşmanın yoğunluk katsayısının artarak devam ettiği zaman aralıklarıdır. Ancak bunlar için batılılaşmanın bedeli de ağır olmuştur. Her üçünün de vezir-i azamı (başbakanı) batılılaşma karşıtlarının yeniçerilere dayalı olarak yürüttükleri isyanlarda öldürülmüş; ilk iki hükümdar "hal" edilerek tahttan uzaklaştırılmış, üçüncüsü ise Osmanlı hanedanının hayatta kalan tek şehzadesi olması sayesinde (ki kendisi tek kalsın diye kardeşini öldürtmüştür) tahtını koruyabilmiştir. Bütün bu dönemler boyunca İmparatorluk yönetimi kendi kavradığı biçimi ile batılılaşma zorunluluğu ile ona (batılılaşmaya) direnen, isyan eden yeniçeri zorluğu arasında gidip gelmiş, adeta tıkanmıştır. Nitekim II. Mahmut bu tıkanıklığı Yeniçeri Ocağını kaldırmakla (17 Haziran 1826 – “Vaka-ı Hayriye”) gidermek yoluna gitmiştir. Aslında değişime direnen sadece Yeniçeri Ocağı değildir (Yeniçeriler kendi çıkarlarına helal getirir diye yeniliklere karşı çıkmıştır). Osmanlı Sarayı'nın da değişimden (o da kendi saltanatına zarar gelir diye değişime direnmiş) yana olduğu söylenemez. Çünkü istenen değişim siyasal - toplumsal ve ekonomik boyutlu ile bir değişimden ziyade devletin bekasını kurtarmaya yönelik girişimler olmuş, nitekim bu ayakları tam olarak yere basmaya arayışlar ne Yeniçeriyi ne de Sarayı kurtaramamış, aksine değişime gösterdikleri direnç, ikisinin de sonunu getirmiştir.

Bütün bunlara rağmen yukarıda söz konusu ettiğimiz üç faktörün (ulusçuluk ve hukukun etkileri; üçüncü Cumhuriyetin ekonomi - politik etkileri; Laikliğin etkileri) yaratmış olduğu etkiler birçok alanda Osmanlıyı Batıya doğru bir değişime ve dönüşüme zorlamıştır.

Fransız Devriminin uluslaşma etkileri yukarıda belirtilenlerin ötesinde, Osmanlıdaki daha çoğulcu (plüralist) yapının Cumhuriyetle birlikte tekçi (monist) bir yapıya dönüştürülmesi tarzına önemli etkileri olmuştur.

Nitekim Osmanlı toplumsal yapısında, toplumsal örgütlenme alanında, hukukta, eğitimde ve dilde bir çoğulcu yapılanmadan söz edilebilir:

1) Toplumsal yapıdaki çoğulculuk cemaatleşme biçiminde ortaya çıkmıştır. Osmanlı bireyle doğrudan ilişkiye geçmez; bunun yerine cemaatlerle ilişkiye geçme yolunu seçmiştir. O nedenle ulus-devlet öncesi cemaatler Osmanlıda önemli bir toplumsal yapı birimidir. Uluslaşma ile birlikte cemaatler ve cemaatleşme tasfiye edilerek yerine bireyi ve yurttaşı koymuştur. Bu değişiklik Fransız Devriminin etkisi sonucu olmuştur. Dolayısıyla Türkiye'deki uluslaşma, daha doğrusu, ulusal inşa süreci başta Fransa olmak üzere Avrupa'nın etkisi altında olmuş bir uluslaşmadır. Aynı şekilde milliyetçilik de Alman Milliyetçiliğinden (sonra İtalya ve İspanya milliyetçiliğinden) etkilenerek inşa edilmiş bir katı milliyetçiliktir. Oysa Osmanlıda egemenlik ve milliyetçilik bu denli katı ve monist değildir, daha gevşek ve çoğulcudur. Avrupa ile ilişkiler uluslaşma sürecinin yukarıdan aşağıya katı devletçi ve milliyetçi bir şekilde inşa edilmesini etkilemiş ve yönlendirmiştir.

2) Hukuk alanındaki çoğulculuk da inançlara, kesimlere ve kurumlara göre işlemiş, bu çerçevede şekillenen toplumun ihtiyaçlarını gidermeye yönelik örgütlenmiştir. Bu itibarla aynı imparatorlukta birden çok farklı hukuk biçimleri yürürlükte olmuştur. Osmanlı'da Şer-i hukuk, Batı hukuku, cemaat hukuku, yabancı hukuku gibi hukuk çeşitleri vardır. 

Şer-i hukuk, özel hak alanında, mecelle yoluyla, şer-i mahkemelerde uygulanmış; Batı hukuku, kamu hukuku alanında Nizami Mahkeme(ler) yoluyla uygulanmış; cemaat hukuku, medeni alanda, cemaatlerde özellikle evlenme-boşanma konularında uygulanmış; yabancı hukuku ise yabancılar için Konsoloshane Mahkemeleri yoluyla uygulanmıştır. Dolayısıyla görüldüğü gibi Osmanlıda 4 ayrı hukuk 4 ayrı mahkeme biçimi söz konusudur. Daha sonra bu farklı hukuk biçimleri “herkese eşit uygulanan bir hukuk sistemi" iddiasıyla tek hale getirilmiştir. 

3) Eğitim alanındaki çoğulculuk ise medreseler; sübyan mektepleri; tıbbiye, harbiye, mülkiye üçlüsü; Rüştüye, cemaatlerin kendi okulları; ecnebi mektepleri (ör: Robert Koleji, bugün Boğaziçi üniversitesidir ve ilk sosyoloji eğitimi de bu okulda yapılmıştır) gibi çeşitli kesimlerin ihtiyaçlarını karşılayan bir okullaşma niteliğindedir. Cumhuriyet bütün bu okulları ve çeşitli eğitim sistemlerini Tevhit-i Tedrisat (Eğitim Birliği) yoluyla bir tek çatı altında toplamıştır. 

4) Dilde de bir çoğulculuk vardır. Osmanlıda 40 civarında dil vardır ve bunlar serbestçe konuşulmuş, birçoğu anadil ve eğitim dili olarak da işlev görmüştür. Cumhuriyet eğitim alanında olduğu gibi bütün dilleri Türkçeye bağlamış resmi dil olarak Türkçenin tekliği ve egemenliğini gündemleştirmiştir.
Bütün bu gelişmelerde Osmanlı'nın son yıllardaki değişmelerde ve özellikle de Osmanlı'dan Cumhuriyete geçişte izlenen yol ve yöntemlerde Batının üst yapı kurumlarındaki etkisi görülür. Ancak alt yapıda bilim ve teknolojide bir esinlenme, değişme olmadığından çoğunlukla üst yapı kurumlarındaki bu değişmeler ayakları havada kalmış gerçek anlamda toplumsal tabana dayanmamıştır. 

4. Sanayi Devrimine Direnme: Kaçınılmaz Son

Sanayi Devriminin etkilerine gelince bunun Osmanlının içyapısında bir değişme ve dönüştürme yaratmaktan ziyade bir dış baskı ve zorlama etkeni olduğu bu zorlamanın da Osmanlının dağılmasını sağlayan faktörlerden biri olduğu söylenebilir. Çünkü saray sanayileşme - kapitalistleşme ve değişmenin kendi saltanatı yararına sonuç vermeyeceğini düşünerek kapısını bu yeni gelişmeye kapatmıştır. Osmanlıda yenileşme ve değişme arayışlarındaki aydınların ve kurumların ise temelde bir alt yapı değişikliği ve toplumsal değişim ve dönüşümden ziyade amaçları hep devletin uçmakta olan çatısını kurtarmak olmuştur. Bu nedenle Osmanlıda ve sonra Cumhuriyette alt yapıdaki değişikliklere gerçek anlamda itibar edilmemiş daha çok üst yapıdaki değişikliklerle iş kotarılmaya çalışılmış ya da (bilerek) sadece üst yapı kurumlarında değişiklikle yetinilmiştir. 

Osmanlı zihniyet yapısı içinde meslekler iki genel kategoride tasnif edilmişti. Bunlardan biri Müslümanlara, diğerleri Gayri Müslimlere (Kâfirlere) mahsustu. Müslümanlara mahsus meslekler, idarecilik, savaş, din ve tarım iken; sanayi ve ticaret gayri Müslimlere mahsus meslekler olarak telakki edilmişti (Sarıtaş, 1999,92).

Bu şekillenmede rol oynayan temel nedenlerden biri de sarayın korkusudur. Padişahlar, Müslüman tebaanın ekonomik olarak güçlenmeleri halinde siyasal bir güç haline de gelebilecekleri ve iktidarlarını tehdit edeceklerini düşünerek bu alanı Müslüman tebaaya kapatmıştır. Ama buna karşılık bir güç haline gelse bile taban edinemeyeceği için böyle bir talebi olamayacak olan gayri Müslimlere bu alanı açık tutmuştur.

Bu ikili yapı içinde şekillenen Osmanlı ekonomisi tarımsal yapının hakim olduğu geleneksel bir ekonomidir; loncaların denetimi vardır; maliyenin ekonomi üzerindeki etkisiyle de finansal bir ekonomidir. Ayrıca kentlerin iaşesini sağlamak için ithalata önem veren provizyonist bir yapıya; altın stoklarının artırılması için dış satımı ön planda tutan yapısıyla da merkantilist bir yapıya sahiptir.

Osmanlıyı çökerten önemli bir unsur da Tımar Sistemindeki değişmedir. Tımar sistemindeki çökme 4 aşamada gerçekleşmiştir. Birincisi, sipahilerin tımarlardan uzaklaştırılması, yerine saray zenginlerinin, parazitlerin ve muhtekirlerin geçmesidir. İkincisi, tımarların miri araziye çevrilmesi ile üretmeyen yeni bir toprak zengini sınıfın ortaya çıkmasıdır. Üçüncü aşama, gelirlerin mültezime verilmesidir. Bu sayede bürokrasinin bu konudaki yetersizliği, vergilerin toplanması amaçlanmış ama bu durum yeni bir kargaşaya yol açmıştır. Dördüncü aşama ise miri arazilerin özel mülke dönüşmesiyle toprak aristokrasisinin ortaya çıkması, "ayan-ı memleketin" kurulması, toprağa dayanan yeni özel bir gücün ortaya çıkmasıdır. Bu sistem "ayan"ı güçlendirirken köylülüğü yoksullaştırmış, bununla beraber cılız olan sanayi de çökmüş, daha sonraki yenilik arayışlarında ise bu iki yapının kurtarılması söz konusu dahi olmamıştır.
Bütçe ve açıkları vergi, para basma ve borç alma ile oluşmuştur. Gerileme döneminde, fazla para basmak için para da bulundurulan altın miktarı azaltılmış, ebatları küçültülmüş, bu politika II. Mahmut dönemine kadar sürmüş, ama bu politikanın yürüyemeyeceği anlaşılınca bazı reformlara gidilmiştir. Tanzimat'ın bu alandaki en önemli reformu 1844 yılında gerçekleştirilen para reformudur. Abdülmecit döneminde Mecidiye basılmış, tevhidi-i maksutat (paranın tekleştirilmesi) gerçekleştirilmiş, bu süreç 1930'da Merkez Bankasının kurulması ve banknot basılmasıyla sona ermiştir. 

Sonuç itibariyle Osmanlı, Tımar Sisteminin bozulması; Avrupa'daki sanayileşmeye (değişim korkusu ile) direnmesi; öte yandan mali açıdan borç batağına batarak Avrupa'ya bağımlı hale gelmesi; para sistemi ile gümrük sistemindeki çöküşün ticaretteki yabancı hâkimiyetini artırması; bu sürecin toprak kaybı ve iç kargaşalarla hızlanması ekonomik açıdan sonunu hazırlayan faktörler olmuştur.

5. Cumhuriyet Dönemi: Üst Yapıda Değişiklik Arayışları

Osmanlının son dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında 2 akım ve 3 ekolden söz edilebilir.

Akımlar Jön Türk hareketinde şekillenen, Prens Sabahattin ile Ahmet Rızanın başını çektikleri hareketlerdir. Her ikisi de Avrupa'da uzun yıllar yaşamış, hatta birinci ve ikinci Jön Türk Kongrelerini Avrupa'da (Paris'te) toplamışlardır. Ahmet Rıza A. Comte okulundan etkilenmiş, yönetimde devletçi, ekonomide milli iktisatçı fikirleri savunmuş asker - sivil elite dayanan, devletçi seçkinci kesimin temsilciliğini yapmıştır. İttihat ve Terakki bu hareketten doğmuş, Anayasacılık hareketini fiiliyata geçirmiş, ikinci Meşrutiyetle birlikte iktidarı ele geçirerek bir merkez hareketi olarak kalmıştır. Bu hareketin ardılları Cumhuriyet Halk Partisidir; kadroları ise Cumhuriyeti kuran askerler ile kısmen sivil bürokratlardır.
Prens Sabahattin ise Le Play okulundan etkilenmiş, ekonomide teşebbüsü şahsı(cı), daha çok ayan - eşraf tabakalara dayanan, gelenekçi - liberal kesimlerin öncülüğünü yapmıştır. Bu akımdan Ahrar Partisi/Hürriyet ve İtilaf Partisi doğmuş, ancak hiç bir zaman iktidar olamamış bir muhalefet (çevre) hareketi olarak kalmıştır. Bu hareketin ardılları, Terakki Perver Halk Fırkası, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi olarak sayılabilir.

Ayrıca o dönem İslami referans alan Mizancı Murat'ın İttihadı Muhammedi Partisi ve onun devamcısı Milli Nizam, Milli Selamet, Refah ve Fazilet Partilerini de saymak gerekir. Turancılığı savunana MHP’yi bir gelenek olmaktan ziyade İttihat Terakki içinde saymak daha doğru olur.

Üç ekole gelince; bunlar Fransız, Alman ve İngiliz ekolleri olarak sayılabilir. Bu ekoller daha çok önceki akımlarla da ilişkili olarak Cumhuriyetin kuruluşunda ortaya çıkmıştır. Atatürk Fransız devriminden ve Ahmet Rıza akımından etkilenmiş, Fransız ekolünün temsilcisidir. İktidarı bu ekol ele geçirmiş, yeni ulus inşasını da bu ekolden gelenler gerçekleştirmiştir. Enver Paşa Alman ekolünü ve Alman Milliyetçiliği tipinde bir milliyetçiliğin savunucusu olmuştur. Alman Milliyetçiliği Alman sayılması için Alman ırkından gelmeyi zorunlu sayan bir milliyetçiliktir. Yani toprak bağından ziyade kan bağı esasına dayanır. Oysa Fransız milliyetçiliği toprak bağı esasına dayanır. Yani Fransa’da doğması ve ben Fransızım demesi Fransız sayılması için yeter sebeptir. Asimilasyonist bir karaktere sahiptir. Oysa Alman milliyetçiliği Almanya'da doğsa bile Alman ırkından gelmeyenleri Alman saymaz, bu yönüyle dışlayıcı bir yapıya sahiptir. 

Atatürk milliyetçiliği, her ne kadar başlangıçta Fransız milliyetçiliğinden etkilenmişse de daha sonra özellikle 1930'larla beraber Alman milliyetçiliğinden de izler taşımaya başlamıştır. 

Üçüncü ekol ise Amerikan modelini savunan Rauf Orbay, Halide Edip'in başını çektiği İngiliz ekolüdür. Bu ekol kan ve toprak bağı esasının bir karmasından (sentezinden) oluşur. Ancak esas itibariyle Cumhuriyeti kuran anlayış İttihat Terakki geleneğinin devamı ile Fransız ekolüdür denebilir. Her ikisinde de Batının etkileri ve Batıcı arayışlar söz konusudur. 

Burada Batıcı kavramı ile Batının alt ve üst kurumlarını alıp uygulamak yerine sadece üstyapı kurumlarını almak, Batı gibi üretmeden, Batı gibi olmak kastedilmektedir. Nitekim Cumhuriyetin getirdiği yenilikler altyapıya ilişkin olmaktan ziyade üst yapı kurumlarına ilişkin yeniliklerdir. Bunun yanı sıra uluslaşmanın da etkisiyle Türkiye'nin yapılanmasında seküler kurumların ortaya çıkması, kentleşme, zayıf da olsa toplumsal tabakalaşma oluşumlarının (özellikle bir orta tabakanın ortaya çıkması) da fonksiyon oynamıştır. 

Ancak yukarıdaki kurum ve süreçlerin işlemesiyle birlikte asıl kurucu unsur, yukarıdan aşağıya, çoğulcu yapıdan tekçi yapıya geçerek ulus inşasının gerçekleştirilmesi hususu en belirgin karakter olmuştur.

Peki Batıdan etkilenen bir modernleşme projesi olarak Cumhuriyet, Batılılaşmayı ne kadar gerçekleştirebildi ve de hangi ölçülerde modern olabildi? Bu soruya doğru bir cevap verebilmek için batılılaşmanın algılanma biçimini ve bu dönemin uygulamalarını analize tabi tutmak gerekir. Bu öyle bir analiz sadece geçmişi anlamamıza yardımcı olmakla kalmayacak, aynı zamanda bugünün problemlerinin dayandığı kaynakları kavramamızı da kolaylaştıracaktır.

Bir kere Cumhuriyet bütün halk katmanlarının gönüllü katıldıkları bir mücadele sonucu elde edilmiş bir kazınım olarak ortaya çıkmamıştır. Bu da iktidarı ele geçiren devletçi-seçkinci kesimin daha çok devlete ve siyasal iktidara yakın elitlerin Cumhuriyetten daha fazla pay almasını sağlamış, genel anlamda Cumhur (halk) ise bu yapının dışında kalmıştır.

İkincisi, Cumhuriyeti birlikte kuran kesimlerin ittifakı bir kesimin iktidarı ele geçirdikten sonra sona erdirilmiştir, daha doğrusu iktidarı ele geçiren kesimin lehine sona erdirilmiştir.

Üçüncüsü, Kurtuluş Savaşı, "Fransız Devrimi" gibi aşağıdan yukarıya verilmiş bir mücadele olmadığı için mücadele ile elde edilmiş haklardan ziyade yukarıdan aşağıya vatandaşa verilmiş görevler manzumesi şeklinde işlemiştir. Bu boyutu ile vatandaş aktif değil pasif konumdadır.

Dördüncüsü, verilen mücadele bir sınıflaşma hareketi sonucu olmadığı için saltanatın yerine Cumhuriyet geçirilmiş ama Cumhuriyet demokratik öze kavuşturulmamıştır. Bu özün gerçekleştiği ülkelere baktığımızda burjuvazi ve işçi sınıfı mücadelesi sonucunda ulaşılan sentezin demokrasi şeklinde ortaya çıktığını görüyoruz. Oysa ne kurtuluş mücadelesi esnasında ne de öncesi ve sonrasında böyle bir sınıflaşma ve bir mücadele geleneği yoktur. Daha çok bir kesimin egemen olması sonucu iktidara gelmesi vardır. 

Beşincisi, Cumhuriyet kuruluş dönemlerinde kendisi ile flört ettiği halde daha sonra sosyalizmi (ve onun uygulayıcısı görülen SSCB'liğini) büyük tehlike olarak görmüş, bu tehlikenin panzehiri olarak da özel bir girişimci grubunun (özel sektörün) yaratılması olarak görülmüştü. Bu düşünce milli iktisat politikaları gereğince Türk - Müslüman bir burjuvazi yaratılması amacıyla birleşince Özel Sektör devlet eliyle gene devletin sera bahçesinde yetiştirilmiştir. Bu çabalar geniş yığınların ihmaline ve açlığına rağmen kısıtlı Cumhuriyet kaynaklarının belli bir kesimin lehine işletilmesine yol açmıştır. 

Bir başka neden de devrimlerin niteliğinde yatmakta olan husustur. Devrimler ve yenilikler, üretim ilişkilerinde, gelir düzeyinde, gelir dağılımında bir yeniliğe yol açamamış aksine üstyapıda oluşturulan bir siyasi proje olarak bazı yenilikler yukarıdan aşağıya kabul ettirilmeye, benimsettirilmeye çalışılmıştır.

O nedenle Cumhuriyet bir ekonomik devrimler silsilesinden ziyade üst yapıda gerçekleştirilmiş olan değişikliklerin, 
yukarıdan aşağıya belli bir disiplin ve otorite inşa edilmek suretiyle meydana getirilen devrimler ve sonuçlar manzumesidir. Bu yüzden Cumhuriyetin değişiklikleri çoğu siyasi içerikli olmakla birlikte üstyapıyı oluşturan kültür kurumlarında meydana getirilen değişiklikleri içerir.

Emre Kongar 21. Yüzyılda Türkiye (1978:349) adlı yapıtında bu konuya şöyle bir açıklık getiriyor: Atatürk siyasal yapıyı değiştirmişse de toplumsal ve ekonomik yapı, bağımsızlık davasından sonra bile hemen hemen aynı kalmıştır.
Bu yüzden olacak ki bazı sosyal bilimciler (örneğin İlhan Tekeli) bu değişiklikleri devrimden ziyade reform hareketi olarak adlandırmaktadır. 

O gün yapılanlara bakıldığında, bu yöndeki bazı örnekler açıkça görülüyor: Örneğin, o günün değişiklikleri arasında "üretim tarzı nasıl değiştirilir?", "üretim nasıl artırılır?" soruları ve bu sorulara cevap arama veya bu yolda bir arayış ve yenilik yoktur. Üretim ile zenginlik arasında bir bağ kurulmamıştır. Çünkü (böyle bir ilişki kurulsa bile) bu zor ve zahmetli bir iştir bu nedenle bu işe girişilmez. Daha çok "milli iktisat ve tasarruf cemiyeti" (1929) adı altında cemiyetler kurularak halkın tasarrufa teşviki sağlanmaya çalışılmıştır. Oysa bu palyatif ve geçici bir tedbir olarak pek işlev görmemiştir. Çünkü o günün koşullarında savaştan yeni çıkmış olan halk aç ve perişandır. Tasarruf yapacak bir gücü ve bir birikimi (zaten)yoktur. Olsa olsa bu bir avuç yüksek aristokrasi tabakası için geçerli olabilecek bir durumdur. Bu aristokrat ve bürokratların sayısı hem çok azdır hem de tasarruf gibi bir dertleri yoktur. Gene de Cumhuriyetin ilk yıllarında bu amaçla broşürler çıkarılmış, dergiler bastırılmış, epey bir propaganda yapılmıştır. Bu kampanya içinde bastırılan broşürlerden biri "Tasarruf Nedir?" başlığını taşır. "Tasarruf medeniyetin alametidir" diye başlayan broşür, tasarruf ile medeniyet arasında bir bağ kurarak; tüketiciye 'tasarruf et vahşilikten kurtul' çağrısında bulunur (Sever, Radikal, 29 Ekim 2000).

Diğer bir kampanya da Yerli Malı kampanyasıdır. Bu kampanyada yerli mallarının tüketilmesine yöneliktir. "Niçin yerli malı kullanmalıyız" adlı broşürde memlekete dışardan giren mallardan vatandaşın mesul olduğu vurgulanıyor, "bu günkü halimizin" yerli malı kullanılarak düzeltilebileceği ilan ediliyordu (Sever, 2000).

Görüldüğü gibi bu tedbirler geniş yığınların ekonomik durumlarını temelde değiştirmeye dönük projelerden ziyade "Tasarruf Cemiyetleri", "Yerli Malı kampanyaları" ile daha çok eldekini biriktirmeye ve yerli olanı kullanmaya dönük kampanyalarla zenginlik öngörülüyordu. Bu tedbirlerle amaçlanan bir sermaye sınıfı ve bir yerli Pazar yaratmaktı. Hatta bununla da yetinilmez, vatandaşın parasının sarfiyatını kanalize eden "Hesabımı Bilirim" (1931) defterleri hazırlanır. 
"İktisat ve Tasarruf " adlı dergiler çıkarılır. Ekonomide bu girişimler yapılırken, kılık kıyafette ve adabı mahşeret kurallarında ataklar yapılır, bu değişiklikleri öngören kuralların kimi yasalarda güvence altına alınırken kimi daha yumuşak ve özendirici faaliyetlerle yapılmaya çalışılmıştır. Bir yandan "5 derste Batılılaşma" kitapları ve adabı mahşeret kurallarını içeren kitaplar ve dergiler ortalığı kaplarken öte tarafta neredeyse her semt başında bir dans okulu açılıyor. Vals ve Tango öğreniliyor ve öğretiliyordu. Bunların icra edildiği davetler, balolar, gösteriler tertipleniyordu. Bütün bunlarla meşgul olan Ankara'daki küçük bir azınlıktı. Çünkü Anadolu her zamanki gibi yeni değişikliklerin sersemlettiği ortam içinde onu kavramak bir yana ekmek derdindeydi. Sonuç geniş kitleler açısından bakıldığında pek de parlak değildi.

Bugün 84. Kuruluş yıldönümünü kutladığımız Cumhuriyete baktığımızda bu kampanyaların sonuç vermediğini görüyoruz. Nitekim o günkü yerli malı kampanyalarından bugünkü yabancı menşeli süper, siper gross marketlere gelinmiştir. Gene o günkü "Hesabımı bilirim" defterlerini tutma kampanyalarından, "Tasarruf Cemiyet"lerinden bugünkü tüketim çılgınlığına gelindi. Birer mabet gibi yükselen grosmarketlere, adeta bir tapınma güdüsü ve edasıyla milyonlarca insan koşmakta, ibadet eder gibi sürekli alış veriş yapmakta, çılgınlar gibi tüketmektedir. O günkü batılılaşma hamlesi alt yapıdan ziyade üst yapıda genellikle de taklitçiliğe dayanan bir kültür ve tüketim alışkanlığı transferi olarak gerçekleştiğinden sonuçta tüketimde Türkiye'yi Avrupa dalga boyunda bir ülke haline getirdi; ama üretimde böyle bir başarı gerçekleştirilemedi. O yüzden Türkiye'nin %1'lik zengin tabakası pastadan %16 pay alırken (ki bu rakam İstanbul'da %29'dur) %50'nin üzerindeki nüfus yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşamaktadır.
Gene o günkü "başını aç", "dans kursuna git", "pantolon etek giy" kampanyalarından ve bunların birer devrim olarak kutlandığı törenlerden bugünkü başörtüsü sorununa ve kaosuna gelinmiştir. Bu yaklaşım sorunları çözmek yerine büyüterek günümüze taşımıştır. 

Eğer işler böyle tepeden aşağıya doğru yürütülmesiydi bugün bu sorunlar bu biçimiyle yaşanır mıydı? Bu da tarihçilerin cevabını aramaları gereken önemli bir sorudur. Diğer önemli bir soru da şudur: Peki neden Cumhuriyet üst yapıda siyasette ve kültürde zorlayarak da olsa bir dönüşüm yarattığı halde ekonomide ve toplumsal hayatta bir dönüşüm yaratamadı. Bu soruya Kongar (1998:349–350) şöyle cevap veriyor: Birincisi diyor "o ortam içinde Mustafa Kemal'in toplumsal - ekonomik yapıyla uğraşacak zamanı yoktu. İçinde bulunduğu koşullar nedeniyle askeri etkinlikle ve siyasi yapı üzerinde odaklaşmak zorundaydı. İkincisi ekonomik toplumsal yapıdan ziyade siyasal ve kültürel düzen üzerinde durması kişisel düşüncelerinin biçimlenme sürecinin bir sonucu olduğu kadar 1830'lardan beri Osmanlı toplumunun tanık olduğu deneylerin de bir ürünüydü". Bu deney şuydu: Tanzimat'tan beri süre gelen yenileşme hareketleri devletin uçmakta olan çatısını kurtarmaya yönelikti. Bu çabada halkın kendisi olmadığı gibi halk için bir yenilik bir iyileştirme projesi de yoktur. Daha ziyade bu hareketleri ve yenileşmeyi isteyen asker - sivil bürokrasinin çatıyı kurtardıktan sonra onun altında kendine yer açma düşüncesi vardır. Nitekim 2. Meşrutiyetle (1908) birlikte İttihat Terakkinin yaptığı budur. Cumhuriyet de Islahat ile başlamış Tanzimat ve Meşrutiyetle sürmüş yenileşme hareketlerinin devamı hatta bir ölçüde son halkasıdır. 

Emre Kongar üçüncü bir neden olarak Atatürk'ün o gün dayandığı "eşraf" ve "ayanı" gösteriyor. Çünkü başarısını bir ölçüde eşraf ve ayana borçluydu. Bu nedenle bu kesimlerin aleyhine bir değişiklik yapmak istemiyordu. Kaldı ki bütün toplumsal değişikliklerle bu kural geçerlidir. Devrim veya reform hareketi sonucunda iktidara gelen kesim veya sınıf daha ziyade kendine yakın kesim ve sınıfların lehine reformlar ve yenilikler yapmak durumundadır. Cumhuriyette de bir ölçüde böyle olmuştur. Kongar da bu tespiti yapıyor.

Kısacası o günkü koşullarda dayandığı kesimler, Atatürk ve arkadaşlarının sınıfsal konumları, özellikle askeri köken ve konumları yapılan değişikliklerin siyasi ve kültürel değişikliklerle sınırlı kalmasına neden olmuştur. Bu da temel ekonomik ve toplumsal sorunların çözülmeden hatta büyüyerek ve artarak günümüze kadar sürüp gelmelerine kaynaklık etmiştir. 

Bülent Ecevit "Atatürk ve Devrimcilik" kitabında devrimleri şöyle tahlil ediyor: "Cumhuriyetin ilk döneminde yapılmış olan devrimler, daha çok üstyapı devrimleriydi" der. Olması gerekeni şöyle açıklar: "Gerçek devrim alt yapı devrimidir. Yani üretim ilişkilerini yeniden düzenleyen ve ekonomik güce el değiştirten devrimdir. Şimdiye kadar Türkiye'de böyle bir devrim, ekonomik güce el değiştirten devrim, bir bütün olarak ve köklü olarak yapılmış değildir (Aktaran Altan, 28 Ekim 2000, Sabah Gazetesi).

Böylece köylü, köylü olarak kaldı, üretimde bir değişiklik olmadı, sadece üstteki siyasal ve kültürel değişiklikleri isteyen iktidar elitinin durumu iyileşti...

Nitekim 1998 itibariyle Türkiye'de çalışan nüfusun hala %42,3’ü tarım ormancılık ve su ürünleri alanında istihdam edilmektedir. Oysa bu oran Belçika'da %2.4, Fransa'da %4.4, Almanya'da %12.8, AB’nin daha az gelişmiş ülkeleri olan Portekiz'de %13.6, Yunanistan'da %17.7'dir (Korkmaz İlkorur, 12.10.2000; Yeni Binyıl). 

Araştırmacı yazar Erol Tuncer bir yazısında (3 Kasım 1997: Radikal) Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılında kişi başına gelirin 34 dolar olduğunu belirtir. Aynı yıllarda Yunanistan'da aşağı yukarı aynı düzeydedir. 2000'li yıllara geldiğimizde (DİE verilerine göre) yani aradan geçen 77 yılda bu rakam Türkiye'de 2700 dolar, Yunanistan'da ise 15 bin dolar civarına çıkmıştır. Yani arada geçen sürede ekonomik olarak Yunanistan Türkiye'ye göre 5-6 kat daha fazla kalkınmış ve büyümüştür. Ayrıca Türkiye'de mevcut gelir dağılımı hem bölgeler hem de kesimler bakımından büyük çarpıklıklar ve adaletsizlikler sergilemektedir. DİE'nin verilerine göre Kocaeli'ndeki kişi başına gelir 7096 dolar iken Muş'ta 654 dolardır. Ülkenin en yoksul 23 ilinden 11'i Doğu Anadolu, 5'i Güneydoğu Anadolu, 5'i Karadeniz, 2'si İç Anadolu Bölgelerinde bulunuyor. Bu 23 ilde yaşayan 10 milyon kişi 650-1500 dolar arasındaki yıllık gelirle yetinmek durumundadır. Kişi başına yıllık ortalama gelir Marmara Bölgesinde 4150 dolar, Ege'de 3400 dolar, Akdeniz ve İç Anadolu'da 1700 dolar, Doğu Anadolu'da ise 1200 dolar düzeyindedir. 

Bölgeler arasında büyük gelir farklılıkları bulunduğu; Marmara Bölgesindeki kişi başına ortalama gelirin Doğu Anadolu'daki gelirin 3-4 katı olduğu gözlenmektedir. Görüldüğü gibi Cumhuriyetin 77. Yılında ülke halkına sağlanan refah düzeyi ve gelir dağılımı açısında durum pek parlak değildir (Tuncer, 1997).

6. Avrupaileşmeden Avrupalılaşmaya Geçiş İçin İlk Başvuru ve Sonrası

Türkiye'nin AET ilk başvurusu 31 Temmuz 1959, AT’ ye tam üyelik için ilk başvurusu ise 14 Nisan 1987'dedir.
Kimi yazarlar Türkiye ile genel anlamda Batı özelde Avrupa ve Avrupa Birliği ilişkilerini üç dönem altında ele almaktadır. 

I. Dönem, 1839 - 1923 arasını kapsayan Tanzimat'tan Cumhuriyete uzanan (Batılılaşmadan ziyade) Avrupaileşme dönemidir. II. Dönem, 1923–1983 arasını kapsayan, yani Cumhuriyetin kuruluşu ile başlayıp Özal'ın başbakan olmasına kadar süren dönemdir. Bu dönemde de her ne kadar Batının üst yapı kurumları alınmış ve Batı ile ilişkiler sürmüşse de bu dönem kapalı bir dönemdir. Siyasette kendi sorunlarına kendisi çözüm aramaya çalışan, ekonomide ithal ikameci yapısıyla kapalı bir toplumsal yapı sergiler. III. Dönem ise 1983 ve sonrasını kapsar. Bu dönemde ise tam bir dışa açılma söz konusudur. Ekonomide serbest piyasa düzenine geçme hamleleri ve küreselleşen ekonomilere entegre olma istek ve çabaları bu dönemde dışa açılmayı teşvik eden ve hızlandıran unsurlar olarak öne çıkmıştır. Birinci dönem bir yüzyıl, ikinci dönem yarım yüzyıl sürmüş, üçüncüsü ise henüz çeyrek yüzyılı tamamlamamıştır. Ancak gerçek anlamda Batılılaşmanın üçüncü safhada AB'ye tam üye olunması ile tamamlanacağını, bunun için de kapsamlı bir dönüşümün gerçekleştirilmesi gerektiği söz konusudur.

Bu dönüşüm yerel bir iktidarın içe dönük politika anlayışından vazgeçmesi, evrensel değerleri ve onları denetleyen kuruluşların etkinliğini kabul etmesidir. Devlet odaklı bir sistemin yerine çok kültürlülük, çoğulculuk ve birey eksenine oturmuş toplum odaklı bir yapının kurulmasıdır. Avrupalılaşma meselesinin bir anlamı, bunun bir uygarlık projesi olması, insan ve toplum kökenli bir modelin geleneksel bir doğu toplumu modelinin yerine ikame etmesidir. Diğer bir anlamı ise bunu gerçekleştirecek kurumların ortaya çıkmasıdır. Çünkü batılılaşma bir uygarlık arayışı olarak ortaya çıksa da ardından hep kültür olgusuna dönüşmüştür. Son dönemlerde bu gerçekleşiyor ve toplumun kendi kendini yönetmesi için bir bilinç oluşuyor. Ayrıca yeni siyaset anlayışı etrafında biçimlenen sivil toplum önemli bir güç kazandı (Kahraman,2000).

Cumhuriyet dönemini Avrupa Birliği bağlamında ele aldığımızda iki kısma ayırmak mümkün. İlk kısım Avrupa Ekonomik Topluluğuna (AET'e) ortaklık için ilk başvurusunun yapıldığı 1959 yılına kadar olan dönemdir. Bu dönemin önemli bir kısmı(1923-1952)nda zaten Avrupa ortaklığıyla ilgili somut bir gelişmenin olmadığı dönemdir. İkinci kısım ise 1959'dan 1999'a kadar süren 40 yıllık dönemdir. Bunu da kendi içinde ikiye ayırmak gerekir: 1959'dan Avrupa Topluluğuna (AT) ilk üyelik başvurusunun yapıldığı 14 Nisan 1987 tarihine kadar geçen süredir. Bu dönemde de Türkiye açısından önemli bir gelişme olmamıştır. Asıl süreç 14 Nisan 1987 AT'ye Roma Antlaşmasının 237, AKCT anlaşmasının 98'inci ve AAEK (EURATOM) anlaşmasının 205'inci maddelerine istinaden tam üye olmak üzere müracaat edilmesiyle başlamıştır. 

Türkiye'nin AET'ye tam üye olmak istemesinin ekonomik ve politik nedenleri vardır. Ekonomik nedenler arasında: 1) Gümrük birliğinin sağlayacağı yeni ve geniş Pazar olanakları, 2) AET'nin yeni üyeler için koyduğu mali olanaklar, 3) Topluluktan Türkiye'ye yatırım akışının başlayacağı düşüncesi, 4) Türkiye işgücünün Topluluk üyesi ülkelerde serbestçe dolaşımının sağlanması, 5) Yunanistan'ın Topluluğa üye olması durumunda Türkiye'nin Avrupa pazarlarında sahip olduğu rekabet gücünü kaybetmek istememesi v.b. faktörler sayılabilir. 1950'li yıllarda Türkiye ile Yunanistan aynı malları ihraç ediyor olmaları ve Türkiye'nin ihracatının %40.5 gibi önemli bir kısmını Ortak Pazara ihraç ediyor olması doğal olarak Hükümetin Yunanistan'ın üyelik başvurusundan rahatsız olmasına yol açmıştır (Bozkurt, 1997:257).

Türkiye'nin böylesine uluslar üstü bir kuruma yetki devrini kabul etmesinin arkasında Avrupa da olduğu gibi "ekonomik çıkar" unsuru rol oynamıştır. Ancak bu başvuru çıkar gruplarının baskısıyla değil tamamıyla hükümetin isteğiyle gerçekleşmiştir. Zaten bu dönemde ekonomik çıkar grupları hükümet karşısında bir otonomiye sahip olmadığı gibi büyük ölçüde devletin ve dolayısıyla hükümetin desteğine bağımlıdır. Politik nedeni ise; Türkiye'nin ileride kurulacak "Birleşik Avrupa Devletleri"nin dışında kalmak istememesidir. Ancak, Türkiye, sanayileşmiş ülkelerin oluşturduğu bir ekonomik topluluğa girecek olmanın ve o zamana kadar daha çok ithal ikamesi yoluyla koruma altında geliştirmeye çalıştığı sanayisinin zarar görmesinden de endişelenmektedir.

Uzun süren görüşmeler sonunda 12 Eylül 1963'te imzalanarak, 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe giren, Türkiye ile AET arasında ortaklık yaratan, Roma Antlaşmasında yer alan birçok öğeyi içeren Ankara Anlaşması, Ortaklığın gerçekleşmesi ve Türkiye'nin tam üye olarak Topluluğa katılabilmesi için Hazırlık Dönemi, Geçiş Dönemi ve Son Dönem olmak üzere üç safha öngörmektedir: 

Hazırlık Dönemi: Türkiye'nin ekonomik kalkınmasını tamamlaması için ayrılmıştı ve en az 5 en fazla 9 yıl sürecekti. 1 Ocak1964 - 31 Aralık 1972 tarihlerini kapsayan bu dönemde, Türkiye'ye bazı mali ve ticari kolaylıkla sağlandı.
Bu dönemde Türkiye ekonomisinin Topluluk yardımıyla güçlendirilmesi amaçlanmış; bu amaçla tütün, fındık, kuru incir ve üzüm gibi dört temel ürüne gümrük kolaylığı sağlanmıştır. 

Geçiş Dönemi: Türkiye'nin Topluluk ile yavaş yavaş kaynaşmasını öngörmekteydi ve 12 yıl sürecekti. Türkiye ile Topluluk arasında gümrük birliğinin kurulması için Türkiye'nin ekonomik politikalarının Topluluğunkine yakınlaştırılması amaçlanmıştır. 

Son Dönem: Gümrük birliğinin tam olarak gerçekleşmesiyle başlayacaktı. Türkiye, Roma Antlaşmasının tüm yükümlülüklerini üstlenecek duruma geldiği zaman da fiilen tam üye olabilecekti. 

Bu dönemde taraflar arasında gümrük birliği kurulmuş bundan sonra, gümrük birliğinin de ötesine geçilerek, tam üyelik için ekonomik politikaların uyumlaştırılması öngörülmüştür. 

Gümrük birliği hedefine 22 yıl içinde (31 Aralık 1995'e kadar) varmak için alınacak teknik önlemlerin takvimini ve 2. Mali Protokolü içeren bir Katma Protokol 23 Kasım 1970'de imzalandı ve 1 Ocak 1973'te yürürlüğe girdi. Ortaklık ilişkisinin Geçiş Dönemi koşullarını belirlemek üzere yürürlüğe giren bu protokol, gümrük birliğinin etkin biçimde işlemsi için tamamlayıcı unsurlar olan Ortak Dış Ticaret Politikasına, Ortak Rekabet Politikasına uyumu ve Avrupa bütünleşmesinin gümrük birliğinin dışındaki pek çok unsura - yeterli açıklık olmasa da - değinmektedir.
"Ancak gerek Anakara Anlaşması, gerekse Katma Protokol, her iki taraftaki bazı aksaklıklar nedeniyle yeterince uygulanamadı. Türkiye 1970'li yıllarda içinde bulunduğu ekonomik krizler ve bazı siyasi tercihlerle Katma Protokolden kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçındı. AB ile ortaklık ilişkisinin ve gümrük birliğinin temsil ettiği kalkınma modeli dışarıya açık, bütünleşmeyi öngören bir model iken, Türkiye, 1970'li yılların tamamını boyunca bu modelin tam tersine sembolize eden içe dönük, ithalat ikamesine dayanan politikalar uyguladı. Buna karşılık Topluluk da kendi yükümlülüklerini aksatmaya ve ortaklı ilişkisinin gelişmesi için çaba harcamaktan kaçınmaya başladı. Ortaklık Anlaşması, bu nedenlerden ötürü 1980'li yılların ortalarına kadar statik bir şekilde devam etti (Tesbi, 2001).
Daha sonra Türkiye - AB ilişkileri inişli çıkışlı bir seyir izledi. 1980 askeri müdahalesinin ardından Topluluk, Türkiye ile ilişkileri dondurdu ve 4. Mali Protokolü bloke etti. 1 Ocak 1981'de Yunanistan'ın AET'ye tam üyeliği, Topluluk içinde Türkiye için güçlük çıkaran bir faktör oluşturdu.

Türkiye, daha sonra canlanan ilişkilere daha fazla bir ivme kazandırmak amacıyla 14 Nisan 1987'de tam üyelik başvurusunda bulundu ve ertelenmiş olan gümrük vergileri uyum ve indirim takvimini 1988 yılından itibaren hızlandırarak uygulamaya koydu.

Topluluk Komisyonu, 18 Aralık 1989'da Türkiye ile derhal katılım görüşmelerinin başlatılmasının (Türkiye'nin henüz tam üyelik için hazır olmadığı gerekçesiyle) uygun olmayacağı sonucunu ortaya koyarken, Yunanistan ile olan sorunlara ve Kıbrıs'taki duruma da işaret etti. Topluluk Bakanlar Konseyi 5 Şubat 1990 tarihli kararında Türkiye'nin başvurusunu, Komisyonun raporu doğrultusunda reddetti ve ilişkilerin geliştirilmesini tavsiye etti.

Topluluk Komisyonu, 7 Haziran 1990 tarihli Matutes Paketi ile gümrük birliğinin tamamlanmasına, mali işbirliğinin yeniden başlatılmasına, siyasi ve kültürel bağların güçlendirilmesine ilişkin bir dizi teklifi kabul etti. Fakat bu teklif paketi Topluluk Konseyi tarafından onaylanmadı

Aynı dönemde Doğu Avrupa'daki son gelişmeler, Türkiye'nin jeopolitik öneminin azalmasıyla birlikte Türkiye ilişkilerini özellikle Körfez Krizi öncesinde son derece kötüleştirmiştir. Ancak Körfez Kriziyle birlikte, Birliğin özellikle Ortadoğu'daki çıkarları açısından Türkiye'nin öneminin yeniden gündeme gelmesi ilişkileri biraz yumuşatma yoluna sokmuştur (Bozkurt, 1997: 279). 

Ortaklık Konseyi, 6 Mart 1995'de toplantıda gümrük birliğinin son aşamasına geçilmesine ve mali işbirliğinin yeniden başlatılmasına karar verdi (1/95 sayılı OKK). Bu karar 13 Aralık 1995'te Avrupa Parlamentosu tarafından onaylanarak 1 Ocak 1996'da yürürlüğe girdi. Söz konusu karar çerçevesinde Gümrük Birliği Ortak Komitesi oluşturuldu ve gümrük birliğinin tamamlayıcı unsurları 5 yıla kadar uzanan bir süreyi kapsayacak biçimde takvime bağlandı. Böylelikle Türkiye, 1 Ocak 1996 tarihi itibariyle tam üyelik yolunda Son Dönem'e, sanayi ürünlerinde ve işlenmiş tarım ürünlerinde (kademeli olarak) sağlanan gümrük birliği ile girdi.

AB Genel İşler Konseyi (AB dışişleri bakanlarından oluşmakta), 15 Temmuz 1996'da Türkiye'nin aday bir ülke olduğunu, AB'ye aday tüm ülkelerin Türkiye dahil eşit statüye getirildiğini açıkladı. Ancak, 11-12 Aralık 1999'da Helsinki'de yapılan AB zirvesi'nde, Kıbrıs'ta bir çözüme ulaşılması koşulu tartışmalara neden oldu. Sonuç bildirgesinde Kıbrıs Rum Kesimi'nin, Türk Tarafı ile uzlaşma sağlamasa da AB'ye tam üye yapılabileceği görüşü yer aldı
AB Komisyonunun 8 Kasım 2000 günü Türkiye için açıkladığı Katılım Ortaklığı Belgesi'nde (KOB) yer alan kısa ve orta vadeli öncelikler bölümlerine "güçlendiri

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları