loading
close
SON DAKİKALAR

Yer sofrasına verilen cevaba bakar mısınız?

Can Ataklı
Tarih: 05.01.2021
Köşe: Günlük Yazılar
Kaynak: Can Ataklı - Korkusuz

Can Ataklı; Süleyman Soylu’ya şunu söylemek isterim; “Her eleştiriye, (ki özellikle bu konudaki eleştirilerde saygı sınırını aşan kimseye rastlamadım) küfürle, hakaretle cevap verince, bir; haklı olmuyorsunuz, iki; bulunduğunuz makamın saygınlığını yok ediyorsunuz.”

MERAK ETTİĞİM ŞEYLER

Dini her özel gün Hicri takvime göre de Mekke’nin Fethi niye Miladi takvime göre?

Eskiden “Mekke’nin Fethi Kutlaması” diye bir etkinlik yapılmazdı.

AKP iktidarının güçlenmesinden sonra çıktı ortaya.

Tabii hemen “Ne o zoruna mı gitti, itirazın mı var?” türü saçma sapan soru soranlar çıkabilir.

Bu nedenle hemen söyleyeyim; “Hayır ne zoruma gider ne de itiraz ederim. Mekke’nin Fethi hem tarihin hem de İslam tarihinin önemli bir olayıdır, kimsenin inkar edemeyeceği böylesi bir zaferin rahatsızlık vermesi düşünülemez.”

Bu konuda tuhaf olan şu: Kimi dinci kesimler Mekke’nin Fethi’ni, yılbaşına alternatif olarak kullanıyorlar kendilerince.

Fetih kutlamaları tam da 31 Aralık gecesi yapılıyor ve bir anlamda “Müslüman, Noel kutlamaz” sloganı arkasına sığınılarak aslında tam da bir din istismarı yapılıyor.

Kutlama için yılbaşı gecesinin seçilmesinin maddi yanlışları var.

Birincisi; eğer Miladi takvimi esas alacaksak Mekke’nin Fethi, 11 Ocak 630 yılında gerçekleşmişti. Yani tarih sayfalarına kazınmış olan bu büyük zafer 31 Aralık’ta değil, 11 Ocak’ta yaşanmıştı.

Ama bana göre asıl tuhaflık, dini tüm günler ve bayramlar “Hicri takvime” göre düzenlenirken, Mekke’nin Fethi’nin, Miladi takvime göre kutlanması.

Din istismarı dememin nedeni bu.

Bana göre, dini gün ve bayramlarda Hicri takvim uygulanması kaldırılabilir ve Miladi takvim esas alınabilir.

Yıllar önce bunu yazdığımda dinci çevreler “bunun dinimize aykırı olduğunu” ileri sürmüşlerdi.

“Peki neden?” diye sorduğumda mantıklı bir cevap alamamıştım.

Sadece o zamanlar bir büyük gazetede “tarih sohbetleri” yazan bir yazar, “Sen Arapça biliyor musun?” demişti bana. Bilmediğimi söyleyince “O halde Kuran’ın emirleri üzerine tartışamazsın. Önce Arapça öğreneceksin, dini günler ve bayramların neden Hicri takvime göre olduğunu o zaman anlarsın” diye ayar vermişti bana.

Oysa özellikle bazı günleri Miladi takvime göre sabitlemek pek çok açıdan yararlı da.

Örneğin Peygamber’in doğumu, ölümü, yaptığı savaşlar, kazandığı zaferler, Kuran’ın indirilmeye başlanması gibi özel günler, kullandığımız Miladi takvime göre her yıl değişik tarihlere denk geliyor.

Aynı şekilde Ramazan ayı da öyle.

Birkaç kez dile getirdiğim bir öneri vardı.

Ramazan ayını “Mekke’nin güneş konumuna göre” sabitleyebiliriz.

Mekke, Medine gibi İslamiyet’in kutsal kentlerinde, yılın neredeyse bütün aylarında gece ile gündüz birbirine eşittir.

Bu durumda Ramazan ayı yılın hangi dönemine denk gelirse gelsin oruç tutma süresi aşağı yukarı hep aynıdır.

Bu durum kuzey ve güney yarım kürenin büyük bölümünde yılda iki kez gerçekleşir.

21 Mart ve 21 Eylül tarihleri geceyle gündüzün eşit olduğu tarihlerdir.

Önerimde şunu demiştim; “Ramazan (oruç tutma dönemi), 21 Mart veya 21 Eylül’ü tam ortasına alacak biçimde sabitlensin. Böylelikle gece gündüz farkları nedeniyle dünyanın birçok ülkesinde yaşanan oruç tutma süresi, Mekke-Medine ile eşitlenmiş olur.”

Konunun aslında özellikle Mısır’daki İslam alimleri tarafından da daha önce tartışıldığını biliyorum.

Ancak İslam dininin kurallarının değiştirilemeyeceği konusundaki görüş daha baskın çıktı.

Elbette bu konuda ısrarcı olmanın alemi yok.

Ben sadece daha faydalı olduğuna inanıyorum dini gün ve bayramların Miladi takvime göre sabitlenmesinin.

Kendine “dini bütün” diyenler ise ne gariptir ki bu kuralları işlerine geldiği gibi veya dini istismar aracı olarak değiştirebiliyor.

“Dini günler ve bayramlar ancak Hicri takvime göre olabilir” diyenler, Mekke’nin Fethi’ni ise dinci propaganda yapabilmek için Miladi takvime uydurabiliyor.

AKP, cemaate pis işlerini yaptırırken Hazreti Muhammed’in doğumunu da Miladi takvime bağlamış, “Kutlu Doğum Haftası” bile ilan etmişti.

Ne gariptir ki, 23 Nisan haftasına denk getirilen Kutlu Doğum Haftası, cemaatle ara bozulunca kaldırılmıştı.

Bİ SORALIM BAKALIM

Çılgın Loto da Varlık Fonu’na devredilir mi?

Artık Milli Piyango’ya kimsenin güveninin kalmadığı ortada.

Bu çok açık biçimde görülüyor zaten.

Onlarca yıldır yılbaşı günü milyonların umudu olan büyük ikramiye çekilişine bu yıl katılım çok düşük oldu.

Eskiden yılbaşına bir hafta kala neredeyse bütün biletler biterdi.

Bu yıl ise “eğer doğruysa” büyük ikramiye çıkan çeyrek biletlerden sadece biri satılmış, üçü elde kalmış.

Çeyrek bilet en ucuz bilet aynı zamanda.

Dört biletten üçü elde kalmışsa varın anlayın artık ne kadar biletin satıldığını.

Tabii “Milli” Piyango’nun sadece bilet çekilişi yok.

Sayısal Loto, Çılgın Loto, On Numara gibi isimler taşıyan başka oyunlar da var.

Bunlardan “çılgın” denilen Loto’da kimse tutturamadığı için sürekli devreden ikramiye tutarı neredeyse 100 milyon lira olmuş.

Yazıyı yazdığım sırada baktım, devreden miktar 93 milyon küsurdu.

Sanıyorum bu yazıyı okurken 100 milyonu aşmış olacaktır ikramiye tutarı.

Peki bu ikramiye gerçekten birine çıkar mı?

İşte artık herkesin zihnine giren kuşku bu?

“Bu ikramiye kimseye çıkmaz ya da önceden ayarlanan birine çıkarılır, sıfırdan başlanır” diyenler çok.

Milli Piyango’yu özelleştirenler, gelinen bu noktadan mutlu mu acaba?

Gerçi paralar Varlık Fonu’na aktıkça kimsenin itirazı da olmaz herhalde.

Millet umudunun da çalınmasına ses çıkamadığı sürece bu düzen devam eder.

CANIMI SIKAN ŞEYLER

Yer sofrasına verilen cevaba bakar mısınız?

Süleyman Soylu, yılbaşı gecesini sınır bölgesindeki bir karakolda askerlerle birlikte geçirmişti.

Soylu, sosyal medya hesabından bu anları paylaşırken bir general ve askerlerle beraber yer sofrasında yemek yedikleri fotoğrafı yayınlamıştı.

Doğal olarak bu fotoğraf eleştirildi.

Çünkü bugüne kadar askerin yer sofrasında yemek yediğine hiç tanık olmamıştık.

Sosyal medyadaki pek çok kişi bu konudaki tepkilerini dile getirdi.

Ben de dünkü köşemde konuya fotoğraflı olarak yer verdim.

Süleyman Soylu, dün bir tweet daha atmış.

Neden yer sofrasında oturduklarını söylemek yerine, Yılmaz Özdil’in benzer eleştirisinden yola çıkarak herkese hakaret etmiş.

Soylu, bu hakaret tweetine 4 tane de fotoğraf koymuş.

Bu fotoğraflardan birinde Soylu aynı general ve askerlerle masada yemek yiyor.

Ortada tuhaf bir durum var.

Aynı kişilerle neden hem yer sofrasında hem de masada oturulur?

Süleyman Soylu’ya şunu söylemek isterim; “Her eleştiriye, (ki özellikle bu konudaki eleştirilerde saygı sınırını aşan kimseye rastlamadım) küfürle, hakaretle cevap verince, bir; haklı olmuyorsunuz, iki; bulunduğunuz makamın saygınlığını yok ediyorsunuz.”

CANIMI SIKAN ŞEYLER

Vicdansız ve haysiyetsiz bir linç kampanyası daha

YouTube kanalımda yaptığım bir konuşmayı yine cımbızlayarak servis etti malum çevreler.

Tüm dünya için geçerli olan bazı sözlerimi, başına “Erdoğan” koyarak yayınladılar ve “Can Ataklı hainlik yapıyor” algısı yaratmaya çalıştılar.

Kaynağı çok belli bu saldırılara alıştım artık.

Bu türde ahlak yok, namus yok, vicdan yok.

Türkiye, bu kadar hayasızlığın yapıldığı bir dönemi hiç yaşamadı.

Ama bu korkunç linç kampanyalarına kalkışmalar aslında iktidarın kendini ne kadar zayıf hissettiğini ve iktidarı bırakma paniği yaşadıklarının da göstergesidir.

Bu tür kalleş linç kampanyalarının beni korkutacağını sananlar büyük yanılgı içindeler.

Bu ahlaksızlığı yapanlar, bunun yanlarına kâr kalacağını da hiç düşünmesinler.

ŞAŞIRDIM

Bu atamaları bile cumhurbaşkanı yaparsa ne bakanlara ne parlamentoya ihtiyaç yok

Yeni rejimin bazı inceliklerini yaşadıkça öğreniyoruz.

Aslında bunları elbette biliyorduk ve referandum öncesi hep anlatmaya çalıştım ama şimdi uygulamaları gördükçe bu rejime şiddetle karşı çıkmakta ne kadar haklı olduğumuzu da anlıyorum.

Anayasa’nın 104’üncü maddesi cumhurbaşkanının yetkilerini sıralıyor.

Burada şöyle bir cümle var; “Üst kademe kamu yöneticilerini atar, görevlerine son verir ve bunların atanmalarına ilişkin usul ve esasları Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’yle düzenler.”

Eskiden üst düzey atama kararları yine cumhurbaşkanı tarafından yapılırdı ama örneğin üçlü kararname diye bir şey vardı.

İlgili bakan, başbakan imzalar, en son cumhurbaşkanı imzasıyla atama gerçekleşirdi.

Bu tuhaf rejimin sakıncalarını anlatırken bunları hep dile getirdik.

“Üçlü kararname ortadan kalkıyor, tek adam canı kimi nereye istiyorsa oraya atayabilecek. Bunun sonunda liyakat, hakkaniyet, faydacılık ortadan kalkacak” dedik.

Hafta sonunda bazı atama kararlarını gördüm medyada.

Erdoğan; Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı kadrolarında değişiklikler yapmış.

Bazı müdürler ve müdür yardımcılarını görevden almış, yerlerine yeni isimler getirmiş.

Görevden alınma ve atamalar, ilgili bakanlıklardaki bazı birimleri kapsıyor.

Görüldüğü gibi bakanlara bu konuda hiç yetki tanınmıyor, onlar birer vitrin süsü gibi oturtuluyor, kararlar hep saraydan alınıyor.

Meşrutiyet dönemlerinde bile bakanlara atama yetkisi verilirdi, padişah her şeye karışmazdı.

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları