loading
close
SON DAKİKALAR

Türkiye’de eğitimde devrim ve karşıdevrim (1): ‘Osmanlı’da Öğretimin Bölünmüşlüğü, Reform Çabaları ve Dinsel Tepki’

Sinan Meydan
Tarih: 14.06.2023
Kaynak: Sinan Meydan - Cumhuriyet

Sinan Meydan; Atatürk, işte bu koşullarda, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yetiştirmek için bir eğitim devrimi yaptı. Cumhuriyet, karma, laik, bilimsel, ulusal bir eğitim-öğretim sistemi kurdu.

AKP iktidarının “davası”, Atatürk’ün kurduğu laik Türkiye Cumhuriyeti’ni, “Yeni Türkiye” adlı bir tür dinselsiyasal rejime dönüştürmektir. Eğitimin dinselleştirilmesi, imam-hatip okullarına ağırlık verilmesi, ekonomide “nas”cılık, laik ulus devleti hedef alan yeni anayasa tartışmaları, kadın haklarına yönelik saldırılar, Evrim Kuramı’nın müfredattan çıkarılması, tarikat, cemaat yurtlarının sayısının artırılması, Boğaziçi Üniversitesi gibi bilim kurumlarının baskılanması ve son olarak bazı okullarda “manevi danışman” adı altında imamların görevlendirilmesi hep bu dönüşüme yönelik adımlardır. Bu dönüşümün odağında laik ve ulusal eğitim-öğretim vardır.

AKP iktidarı, Türkiye’nin yaklaşık 150- 200 yıllık eğitim-öğretimde modernleşme sürecini tersine çevirmeye, Cumhuriyetin laik ve bilimsel eğitim sistemini dönüştürmeye çalışıyor. Anayasaya aykırı olarak yeniden medreseler ve sıbyan mektepleri açılıyor, akılcılığın yerine nakilcilik, bilimsel bilginin yerine dinsel anlatı yerleştirilmek isteniyor.

Medrese kafası

Osmanlı’nın klasik öğretim kurumu medreseler, 16. yüzyılın 2. yarısından itibaren bozulmaya başladı. Zamanla yeni bilimlere kapılarını kapatan medreselerde felsefe, matematik, astronomi ve tıp gibi bilimler programdan çıkartıldı. Böylece medreseler yalnızca dinsel öğretim kurumu haline geldi. Pozitif bilimleri okumadan medreselerden mezun olan kadılar, müftüler meslek hayatlarında büyük zorluklarla karşılaştılar.

Resmi dilin Arapça olduğu medreselerde Türkçe okutulmazdı. Medrese, Kuran’ın Türkçeye çevrilmesine de karşıydı. (Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, 2011, s. 255-257)

Osmanlı’da bozulan medrese öğretimi sonrasında toplumda “âlim” ve “cahil” diye adlandırılan iki tip ortaya çıktı. Prof. Berkes, o zaman “ilim” sözcüğünün henüz “bilim” demek olmadığını, kitap ve sünnetten gelen kıyas ve icma ile yorumlanarak geliştirilen dinsel bilgiye “ilim”, bu dinsel bilgiye sahip olana da “âlim” dendiğini belirtir. İşte medreseler bu dinsel bilginin, “ilmin” verildiği okullardı. “Cahil denilince kastedilen ise halktı. Fakat bu dönemde cehalet yalnız halk yığınlarına özgü okuma-yazma bilgisizliği demek değildi. (…) Cahillik halk yığınlarını aşmış, ulemayı ve devlet adamlarını da içine almıştı. Halk yığınları gibi bunlar da ne İslam ilmini, ne de modern fenleri biliyorlardı…” (Berkes, s. 179-180)

1914’te sadece İstanbul’da 178 medrese vardı. Bunlarda 7 bin öğrenci kayıtlıydı. Üniversitedeki öğrenci sayısı medreselerdeki öğrenci sayısının yarısı kadar bile değildi. Medrese öğrencilerinin yaş ortalaması 30- 35’ti. 40-45 yaşlarında öğrenciler de vardı. Medreseler işsizlerin ve asker kaçaklarının yuvası haline gelmişti.

29 Eylül 1914’te bir tüzükle medreseler düzenlenmeye çalışıldı. Medreseler, ilkorta-yüksek diye üç bölüme ayrıldı. Ders programına dinsel konuların yanında pozitif bilimler de alındı, hatta öğrencilere bir yabancı dil öğretilmesine karar verildi. Ancak I. Dünya Savaşı ortamında bu düzenleme başarılı olamadı.

İlköğretim sorunu

Osmanlı’da ilköğretim mahallelerde, cami ve mescit yanındaki sıbyan mekteplerinde yapılırdı. Bu mekteplerin amacı çocuklara İslamı öğretmekti. Ancak zamanla aileler çocuklarını bu sıbyan mekteplerine değil, zanaat öğrenmeleri için esnaf yanına çırak vermeye başlayınca İslamı bilmeyenlerin sayısı arttı. 1824’te II. Mahmut, ilköğretimi zorunlu yaparak çocukların zanaata verilmeyip mektebe gönderilmesini istedi. Ferman, çocukları “dünya işlerine” değil “ahiret hayatına” hazırlamak gerektiğini ileri sürüyordu. (Berkes, s. 180)

Osmanlı’da Meşrutiyet dönemine kadar ilkeğitim medrese ürünü “imamhatip” etkisinde kaldı. Çünkü ilköğretim Şeyhülislamlık makamına, yani dinsel otoriteye bırakılmıştı. II. Abdülhamit döneminde eğitim-öğretim alanında çeşitli gelişmeler olmakla birlikte ilkeğitimde önemli bir gelişme olmadı. Meşrutiyet döneminde bile ilkokul programlarında Kuran, tecvit, namaz sureleri, ilm-i hal birçok saati kapsardı. Hatta Meşrutiyet dönemi parlamentosunda ilkokullarda yalnızca Kuran öğretilmesi bile teklif edilmişti. (Berkes, s. 181-183)

Osmanlı Sıbyan Mektebi Şehadetnamesi (İlkokul Diploması): Ali Fuad Türkgeldi, 14 Ağustos 1878 İlm-i Hâl: 10 Kur'an-ı Kerim maa Tecvîd: 10 Sarf-ı Osmânî (Dilbilgisi): 10 Coğrafya: 10 Tarih ve Kısas-ı Enbiya (Peygamberlerin Hayatı): 10 Hesab (Matematik): 10 Sülüs: 10 Rika': 10. 

Yeni okullar

Osmanlı, 17. yüzyıldan itibaren yeni öğretim kurumları açmaya başladı. Öncelikle ordunun güçlenmesi amaçlandığı için ilk aşamada subay yetiştirecek okullar açıldı. Deniz ve Kara Mühendishaneleri (1773-1793), Tıbbiye (1826) ve Harbiye (1834) bu okulların en önemlileridir.

Tanzimat döneminden itibaren ilköğretimden-yükseköğretime kadar, pozitif bilimlerin de okutulduğu ilkokul düzeyinde İptidai, ortaokul düzeyinde Rüşdiye, İdadi ve Sultani adlı okullar açıldı. Eğitim-öğretim ilk-orta ve yüksek diye üçe ayrıldı. Yükseköğretimde ise çeşitli meslek okulları açıldı. Örneğin, 1848’de açılan Darülmuallimin (Erkek Öğretmen Okulu) ve 1870’te açılan Darülmuallimat (Kız Öğretmen Okulu) bunların en önemlilerindendi. 1869’da Maarifi Umumiye Nizamnamesi hazırlandı. 1870’te açılan Darülfünun (Üniversite) ancak 1900’de süreklilik kazandı.

Tanzimat döneminde 1862’den itibaren kız çocukları da ortaöğretim görmeye başladılar. Bu dönemde kızlar için rüştiyeler ve sanat okulları açıldı. İlk kez 1873’te bir okula bir kadın öğretmen, 1883’te de bir kadın yönetici tayin edildi.

Yabancı okullar

Osmanlı’da çeşitli azınlıkların da kendi Azınlık Okulları vardı. Ayrıca kapitülasyonlardan yararlanan yabancılar da kendi ülkelerine bağlı Yabancı Okullar açtı. Kapitülasyon hukuku nedeniyle Osmanlı Devleti’nin yeterince denetleyemediği bu okullar ülkenin dört bir yanına dağıldı. II. Abdülhamit döneminde ülke yabancı okullarca kuşatıldı. Örneğin, Zühtü Paşa’nın 1894 tarihli raporuna göre Osmanlı’daki Protestan okullarının sayısı 398’i bulmuştu. 1907’de Osmanlı’daki misyoner okullarının sayısı 465’e yükselmişti. Aynı tarihte Osmanlı’da 37 kentte 72 Fransız okulu, 19 kentte 27 ABD okulu vardı. 1917’de bile yalnız İstanbul’da İngilizlere ait 83 okul vardı. Rus okullarının sayısı 44, İtalyanların 24, Almanların ve Avusturyalıların ise 7’şer okulu vardı. Beyrut’ta 89, Elazığ’da 83, Erzurum’da 24, Diyarbakır, Halep ve Bitlis’te 22’şer, Adana’da 18, Ankara’da 9, Van’da 8 yabancı okul vardı. (Şerafettin Turan, Yeni Türkiye’nin Oluşumu, (1923-1938), 3. Kitap, Birinci Bölüm, Ankara, 2005, s. 63-64)

19. yüzyılın sonunda, 20. yüzyılın başında Osmanlı’da yabancı okulların yanında azınlık okullarının sayısında da büyük artış oldu. Örneğin, 1919’da Paris Barış Konferansı’nda Venizelos, Batı Anadolu’da tam 2 bin 228 Rum okulu bulunduğunu ileri sürmüştü.

Sonuçta Osmanlı eğitim-öğretim sistemi, eski ile yeninin yan yana olduğu ikili (düalist) bir yapıya büründü. Öğretim bölünmüşlüğü “mektepli-medreseli” iki ayrı insan tipinin yetişmesine neden oldu. Böylece toplum iki kültürlü, iki eğitimli, iki kişilikli hale geldi. Bu ikiliğin yanında bir de hiç eğitim görmeyip “cahil” bırakılmış halk vardı. İşte Cumhuriyet, eğitim devrimi ile eğitim-öğretimdeki bu dağınıklığa, bu bölünmüşlüğe son verip toplumdaki yaygın cehalete savaş açtı.

Çağdaş eğitim düşmanlığı

Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde yeni okulların açılmasına İslamcı çevreler tepki gösterdi. Meşrutiyet döneminden itibaren toplumda geleneksel-dinsel anlayışın temsilcisi durumundaki “cami hocasının” karşısına çağdaş eğitim-öğretimin temsilcisi “muallimin” (öğretmenin) çıkması, İslamcıları çok rahatsız etti. Öyle ki 1912/1913 Balkan Savaşları sonrasında bazı İslamcı çevreler okul düşmanlığına başladılar. Balkan Savaşları’nın kaybedilmesini, ordunun hazır olmamasına, politik bölünmüşlüğe değil, yeni okullara ve buralarda genç nesillere yeni bilgiler veren öğretmenlere bağladılar. Yeni eğitimde “İslam dininin ihmal edilmesi” nedeniyle savaşın kaybedildiğini söylediler. Onlara göre geleneksel sıbyan mekteplerinin kaldırılması manevi bir yıkıma neden olmuştu! Bu nedenle o günlerde mecliste bir milletvekili okullarda din derslerinin artırılmasını isterken, başka bir milletvekili ilkokullarda öğrencilere sadece Kuran okutulmasını teklif etti. (Berkes, s. 454-455)

Ziya Gökalp’in reform önerisi

Bu sırada yenilikçiler, tam tersine sorunun dinsel eğitimin ihmal edilmesinden değil, eğitimin yeterince akılcı ve bilimsel olmamasından kaynaklandığını düşünüyorlardı. Bu nedenle eğitimi dinsel otoriteden kurtarmaya karar verdiler. Ziya Gökalp sorunu çözmek için Şeyhülislamı politika dışına çıkarmayı, şeriat mahkemelerini ve bütün okulları Şeyhülislamlık’tan ayırmayı önerdi. Gökalp’in bu önerisi doğrultusunda 1916’dan itibaren şu reformlar yapıldı: 1- Şeyhülislam kabineden çıkarıldı. 2- Şeriat mahkemeleri Şeyhülislamlıktan alınarak Adalet Bakanlığı’na bağlandı. 3- Evkaf İdaresi Meşihattan ayrıldı. Evkaf Bakanlığı kuruldu. 4- Bütün medreseler Meşihattan ayrılıp Maarif Bakanlığı’na bağlandı. Bu reformlar, Cumhuriyet döneminde, 3 Mart 1924’te “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” başta olmak üzere devrim kanunlarına altyapı oluşturdu.

Meşrutiyet döneminde geleneksel-dinsel sıbyan okulları mahalle mektebine dönüştürüldü. İlk kez ilkokulların sayısı artmaya başladı. Meşrutiyet döneminde yine Ziya Gökalp etkisiyle eğitim programlarına edebiyat, tarih, felsefe dersleri konuldu.

Bu gelişmelere rağmen genel olarak çağdaşlık, özel olarak çağdaş eğitim-öğretim düşmanlığı 1920’lerde de devam etti. Örneğin, 1921’de Sakarya Savaşı günlerinde, TBMM’de muhafazakâr milletvekillerince içki yasağı, kâğıt ve domino yasağı, kadınların peçeli olma zorunluluğu, süslü giyinme yasağı gündeme getirildi. Evlenecek kadınların doktor muayenesinden geçirilmesi teklifi tartışma yarattı. Bir milletvekili, okulların yeni kurulan Şeriat Bakanlığı’na bağlanmasını önerdi. 465 yeni medrese açılması kabul edildi. Çok kadınla evlenmeyi zorunlu yapma teklifi bile Meclis’te tartışıldı.

***

Sonuç olarak Türkiye’de Tanzimat’tan Meşrutiyet’e eğitim-öğretim konusunda bazı adımlar atıldı. Bu öncü adımlar, Türkiye’de eğitim-öğretimin modernleşme sürecini başlatmış olmakla birlikte eğitim-öğretim sorununu çözecek boyuta ulaşmadı. Şöyle ki Atatürk cumhuriyeti ilan ederken tüm perişanlığına rağmen medrese eğitimi devam ediyordu. 1923’te Türkiye’de 40 bin köyün 37 bininde hâlâ okul ve öğretmen yoktu. Okula gitmesi gereken öğrencilerin ancak üçte biri okula gidebiliyordu. Anadolu’da kız çocukları genelde okula gönderilmiyordu. Karma, laik, bilimsel ve ulusal eğitime geçilmemişti. Darülfünun bilimsel yetkinlikten yoksundu. Mesleki eğitim-öğretim yetersizdi. Nüfusun yüzde 95’i okuma-yazma bilmiyordu. Ülkede yeterli kültür-uygarlık kurumu yoktu. Toplum hayatını tarikatlar ve cemaatler şekillendiriyordu. Ülkede hurafeler ve bağnazlık yaygındı. Kadercilik egemendi. İslamcılar, modern eğitime karşı eğitimin dinselleştirilmesini savunuyordu.

Atatürk, işte bu koşullarda, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yetiştirmek için bir eğitim devrimi yaptı. Cumhuriyet, karma, laik, bilimsel, ulusal bir eğitim-öğretim sistemi kurdu. İşte Siyasal İslamcı AKP iktidarı, bu sistemi değiştirmek, eğitimi yeniden dinselleştirmek istiyor. Türkiye’yi Meşrutiyet, hatta Tanzimat döneminin gerisine götürmeyi amaçlayan bu karşıdevrim çabası başarısızlığa mahkûmdur. Sahi! Bu dönüşüme karşı sesiz kalan muhalefet neye, kime muhalefettir?

Gelecek hafta: Tevhidi Tedrisat Kanunu ve Atatürk’ün Eğitim Devriminin önemi.

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları