loading
close
SON DAKİKALAR

Soylu sözünün eriyse evinden bakanlığa tek başına gitsin

Can Ataklı
Tarih: 16.09.2020
Köşe: Günlük Yazılar
Kaynak: Can Ataklı - Korkusuz

Can Ataklı; Ben de diyorum ki; “Soylu ne bisikletle ne de arabasıyla tek başına evinden Bakanlığa kadar bile gidemez.” Tek başına sokağa çıkmaya korkar. Oysa başına gelecek bir şey olmaz. Kimseye de olmuyor zaten.

ANALİZ

Soylu’nun durumu hiç iyi değil

Elbette kesin bir şey var ki hükümetteki en yoğun bakanlardan biri, İçişleri bakanı Süleyman Soylu.

Aynı anda birbirinden çetrefilli sayısız işle ilgilenmek zorunda kalıyor.

Terörle mi uğraşsın, adi suçları önlemek için mi mesai harcasın, uyuşturucu ile mi mücadele etsin, Bakanlığının personelinin durumuyla mı ilgilensin; say say bitmiyor işte.

Bu kadar ağır ve yoğun görev olunca tabii bunu kaldırmak da kolay değil.

Süleyman Soylu’nun da artık bu görevi kaldıramadığı hissine kapılıyorum.

Sanıyorum son zamanlarda sergilediği garip davranışların bir nedeni bu.

İçişleri bakanlığı bu kişiye birkaç beden büyük gelmeye başladı.

Eylemleri de söylemleri de bir devlet adamı tavrı olmaktan çıktı bir mahalle kabadayısına dönüştü.

Tabii bu durum ülkemiz açısından son derece olumsuz.

Gazetecilerle kavga ediyor.

Tabii bu kavga tek taraflı oluyor.

Çünkü hükümetin en gözü kara bakanı gazetecilere canının istediği hakaretleri yapabiliyor, ama aynı oranda cevap alması mümkün değil.

Denemesi bedava.

Burada kahramanlığın aleminin olmadığını aklı başında her gazeteci bilir.

Eğer ki Soylu’ya biraz cevap vermeye kalksa önce beslediği tetikçi medyanın linç kampanyası ile karşı karşıya kalır.

Birilerinin fiili saldırısına uğrayabilir.

Sabahın köründe evinden alınıp hapse de atılabilir.

Bu nedenle akıllı bir gazeteci, Soylu’ya bulaşmaz.

Soylu terörle mücadele ile sokak kavgasını birbirine karıştırıyor.

Güvenlik kuvvetlerini bir hukuk devletinin yasalara uygun çalışan görevlileri olarak değil mahalle kavgası yapan bitirimler grubunun bir tarafı olarak görüyor.

Kendi partisinden isimlerle ağız dalaşına giriyor.

Bu tartışmalarda bir bakana yakışmayacak üslup kullanıyor.

Şimdi de hedefine Anayasa Mahkemesi’ni koydu.


Muhtemelen zihninde hukuk ve demokrasi kavramları olmadığı ve hasbelkader getirildiği makamının sanki bir tanrı katı olduğunu düşündüğünden olacak Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bir karara akıl almaz bir tepki gösterdi.

Sanki karşısındaki Anayasa Mahkemesi gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin en üst yargı organı ve başkanı da böyle bir kurumun başkanı değilmiş de fedailiğini yaptığı mahallenin ağzı sütün kokan zengin çocuğuymuş gibi azarlıyor.

“Anayasa Mahkemesi Başkanı’na buradan söylüyorum. Madem özgür bir ülkeyiz, ana caddelerde, sokaklarda özgürce yürüyüş hakkının ortadan kaldırılmasını onayladınız. Polis koruması almana gerek yok. Bisikletinle işe git-gel bakalım. Anayasa Mahkemesi Başkanı’na söylüyorum kendi arabamla tek başına gitmeye ben varım, sen var mısın?” diyor, diyebiliyor.

Müthiş bir özgüven, müthiş bir güç sarhoşluğu.

Anayasa Mahkemesi’ni ülkeyi kaosa götürmekle suçluyor ve ekliyor “Enteresan bir işle karşı karşıyayız. Yani anlamıyorum, hakikaten anlamıyorum, bu ülkeyi nereye götürmek istiyor AYM? Şartlar, şekiller. Sayın AYM Başkanı size söylüyorum, şehit cenazelerinde bir yaşındaki çocukların gözyaşlarını ben yaşıyorum. O annelerle babalarla bizler konuşuyoruz. Canı yanan biziz.”

Devlette böyle bir üslup yoktur ve olamaz.

Bana göre Soylu’nun bu tavırlar çok yorulmakla açıklanamaz.

Galiba Soylu kendini Erdoğan sonrasına, AKP’nin başına hazırlıyor.

ÖNERİ

Soylu sözünün eriyse evinden bakanlığa tek başına gitsin

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu çok öfkelendiği Anayasa Mahkemesi Başkanı’na ne diyor: “Bisikletinle işe git bakalım. Ben kendi arabamla tek başıma gitmeye varım.”

Çok güzel de, Anayasa Mahkemesi Başkanı bisikletle giderken, Soylu neden kendi arabasını alıyor anlamak mümkün değil.

Ne bileyim, madem böyle bir inatlaşma yapıyor o halde kendisi için de “Bisikletle giderim” demeli.

Ben de diyorum ki; “Soylu ne bisikletle ne de arabasıyla tek başına evinden Bakanlığa kadar bile gidemez.”

Tek başına sokağa çıkmaya korkar.

Oysa başına gelecek bir şey olmaz.

Kimseye de olmuyor zaten.

Ayrıca kim bilecek Soylu’nun önceden planlanmadığı halde tek başına sokağa çıkacağını.

Tesadüfen görenlerin de biri bire saldırgan bir tutum takınmaz.

En kötü ihtimalle kötü bakan çıkar, o kadar.

Buna rağmen Soylu’nun cesaretlenip tek başına evinden işine kendi otomobiliyle gideceğine ihtimal vermiyorum.

Ayrıca zaten sözünü tutan biri de değil.

Örneğin AKP iktidarını çok ağır kelimelerle suçlamış ve “Hesap sormazsam namerdim” demişti.

Hesap sormadığı gibi ağır sözler söylediği iktidarın en güçlü sopacısı haline geldi.

Daha bir ay önce “Benim dönemimde bir tek FETÖ’cü kaymakam atanmışsa bu ihanettir; bunu ben yaptıysam, ben ihanet etmişimdir” demişti.

Birkaç gün önce Soylu’nun atadığı FETÖ’cü kaymakamlara operasyon yapıldı.

Bu nedenle Soylu yine sözünün eri olmayacaktır, olamayacaktır.

Ama ne yazık Anayasa Mahkemesi yediği hakaretle kalacaktır.

MERAK ETTİĞİM ŞEYLER

Bunca tahrik var da peki kim tahrik oluyor?

Hayli uzun zamandır dış politika konuları gündeme geldiğinde en çok duyduğumuz tanımlar şunlar

Tahrik.

Provokasyon.

Aylardır Akdeniz’de provokasyonlar yapılıyor.

Yunanistan sürekli tahrik ediyor.

Saray iktidarının ağzından bunlar hiç düşmüyor.

Yunanistan İsrail’le görüşme mi yapıyor, Türkiye’den açıklama belli “Tahrik ediyorlar.”

Fransa, Doğu Akdeniz’e uçak gemisi mi gönderiyor.

Sebebini şöyle açıklıyor dışişleri “Provokasyon amaçlı.”

Yani sürekli bir tahrik ve provokasyon sarmalı içindeyiz.

Ancak tüm bu söylemlere rağmen nedense ortada bir “tahrik olan” yok gibi.

Çünkü tahrik varsa bir de tahrik olan vardır.

Bir provokasyon yapılıyorsa, provokasyondan etkilenen vardır.

Sonuçta tahrik olan da provokasyona uğrayan da bir tepki verir.

Oysa ortada tahrik var ama tahrik olan yok.

Lafa gelince muazzam bir iktidarımız var.

Buna karşı ne kadar tahrik ederseniz edin gıkını da çıkaramıyor nedense.

Genellikle biraz fazla tahrik olduklarında da “Haddini bil, sonra karışmam, bedelini öderiz de ödetiriz” türü asla eyleme dönmeyen şeyler söylüyorlar.

Ne garip değil mi?

DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

Konuş be Ahmet, bu kadar kasma kendini

Ahmet Davutoğlu, İstanbul Erkek Lisesi’nden üç sınıf küçüğüm.

Okuldan pek hatırlamıyoruz kendisini.

Yatılı okullarda bir sınıf küçük olmak bile önemlidir, büyükler küçüklerle pek sıkı fıkı olmaz.

Ben de bazı televizyon konuşmalarımda Ahmet Davutoğlu’dan söz ederken “Ahmet” diyorum, sınıf küçüğüm ya.

Galiba bunu ekranda söylemiştim ama hiç yazmamıştım, bu kez sizin de bilginiz olsun.

İşte bu Ahmet önceki gün yine konuştu.

Daha doğrusu konuşmadı.

“Bize medya ambargosu koyuyorlar. Biliyorlar ki biz 3 gün konuşsak, 3 ay nefes alamazlar” dedi.

Sonra da ekledi; “İstedikleri şartlarda, istedikleri televizyonda, istedikleri konuyu onlarla konuşalım. Yaptığı her suçlamanın cevabını verir, yanlış yürüttüğü her politikanın alternatifini kendisine birer birer anlatırız.”

İyi de Ahmet, sen AKP’lilerin tartışmaya gelmeyeceğini bilmiyor musun?

Nasıl olsa kaçacaklar.

Bence kendini bu kadar kasma, bildikleri söyle.

Ayrıca okul abin olarak söyleyeyim; “Bak konuşursam öyle olur böyle olur” demek de sana puan kazandırmaz, tam tersi etki yapar; bilmiş ol istedim.

BAŞIMDAN GEÇENLER

Diş klinikleri hasta seçebilirler mi?

Cumartesi günü Tele1’in aylık yayın toplantısındaydım.

Her zamanki gibi önce Lale Hanım’ın özenle hazırladığı kahvaltıda başladı konuşmamız.

Aslında yumuşacık olan simidi çiğnerken akıl almaz bir şey oldu ve ön dişimdeki kaplama düşüverdi.

Toplantı bittikten sonra, düşen dişimi yapıştırmak için yol üzerinde diş hekimi aramaya başladım.

Tam Kağıthane’ye inen caddenin başındaki binada bir diş hekimi gördüm.

Kapıyı çaldım, karşıma çıkan hekime durumu söyledim “Çok özür dilerim, şimdi bir hasta ayrıldı, en az 45 dakika koltuğu boş bırakmam ve dezenfekte etmem lazım, 45 dakika sonra gelebilirsiniz ya da bir başka arkadaşımıza gidin” dedi çok kibarca.

Tam arabama binerken bir de baktım az ileride DişLevent isimli bir klinik var.

Hemen girdim. Görevli genç kıza da sorunumu anlattım.

“Yalnız” dedi “Eğer tedaviniz bizde yapılmadıysa yapıştırma yapamıyoruz, kendi doktorunuza gidin.”

Doktorum Ankara’da olsa ne yapacağım, bilemedim artık.

Ben de bunun üzerine son derece kibar biçimde “Her sabah televizyon yayına çıkıyorum, acaba yetkili doktora adımı söyler misiniz, belki yardımcı olur” dedim gerçekten utanarak.

Kızımı götürdüğüm doktordan ağzım yanmıştı hatırlarsanız.

Görevli kız birden dikildi “Kim olursa olsun değişmez” dedi.

Canım sıkıldı tabii, “Haklısınız da hemen böyle yüksek havaya girmek de ayıp oluyor, sizden sadece doktora söylemenizi rica etmiştim” diye üsteledim ama yavaştan da dışarı çıkmak üzere hareketlendim.

Kız sadece 10 saniye sonra geldi, “Adınızı söyledim ama doktorumuz asla ayrıcalık uygulamayacağını bildirdi” dedi.

Vay, yedik mi “Bizde kimseye ayrıcalık olmaz” tokadını.

Şimdi Diş Hekimleri Odası’nın yetkililerine de sormak istiyorum.

Diş hekimliği de bir tıp dalı.

Onlar da Hipokrat yemini ediyor.

Diş çürüyebilir, kırılabilir, şişebilir veya daha önce yapılmış bir tedavi sorun yaratabilir.

Tıp hekimi olan diş doktorları; hasta seçerek, “Daha önce bana gelmediysen şimdi de ben sana bakmıyorum” diyebilir mi?

Böyle bir tavır meslek ahlakına uygun mudur?

Derdi ne olursa olsun bir hastayı kapı dışarı etmenin bir yaptırımı yok mudur?

NOT: Tabii daha sonra başka hekimleri aradım. Gittiğim üç yer kapalıydı, birinde sıra bekleyen hastalar vardı, birine telefon ettim, kapalıymış ama doktor yardımcı olamadığı için çok üzüldüğünü söyledi. Sonunda Levent’te Dentistanbul’da sorunum halloldu. Derdini söyler söylemez “Tabii efendim” dediler, yapıştırma ücretini belirttiler, uzay üssünü andıran muayenehanelerinde dişimi yerine yapıştırdılar.

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları