loading
close
SON DAKİKALAR

Ne Çözülmüyor; Neden Çözülmüyor?

Prof. Dr. Ahmet Özer
Tarih: 12.02.2012

Türkiye 2011 sonbaharını çok netameli bir biçimde geçiriyor.

Türkiye 2011 sonbaharını çok netameli bir biçimde geçiriyor. Yaz ortasında barış konusunda herkes umutlanmışken, birdenbire ne olduysa, bu umutları bir anda buharlaştıran gelişmeler peş peşe yaşandı. Silvan saldırısı ile barış masası devrildi, Çukurca ile savaş ortamına girildi. Bir ay içinde karşılıklı yüzleri aşan kayıplar meydana geldi. Operasyonlar, hava hareketi bir yandan sürerken öte yandan kitleler şeklinde KCK adı altında kitlesel tutuklamalar başladı, öyle ki bu süreç öğretim üyelerine, yayıncılara kadar uzandı. Beraberinde kısmi kara hareketi yapıldı, Kazan Vadisinde sadece eli, kulağı parmağı görünen militanların cesetlerine rastlandı. Bu durum kimyasal silah iddialarını gündeme getirdi. Bu sırada Van depremi yaşandı. Resmi rakamlara göre deprem 605 can aldı, üç bin civarında insan da enkazlardan yaralı kurtuldu.

Yardımların doğru dürüst koordine edilememesi, kış koşullarına rağmen felaketzedelere çadır dağıtılamaması hali vakti yerinde olan Vanlıları kenti terk etmeye sürüklerken, kalan yoksul halk gene kendi kaderi ile baş başa bırakıldı. Bir sosyal medyada ırkçılık kokan söylemler yaşanırken öbür yandan bütün Türkiye’den bölgeye uzanan yardım eli kardeşlik duygularını depreştirdi; felaketlerin doğasında olan yakınlaşma ve bütünleşme meydana geldi.
 
Depreme rağmen bu olumlu vakarı halk gösterirken siyasetçiler aynı duyarlılıkla hareket etmiyor ne yazık ki. Hala dağ başlarında, kasabalara açılan vadilerde çatışmalar, ölümler, öldürmeler ve tutuklamalar devam ediyor. Başbakan baştaki açılım politikalarını tamamen terk etmiş görünüyor. Birileri onları bu işi silahla çözebileceklerine ikna etmiş gibi.. Ancak birilerinin de başbakana ve hükümete ölümlerin meseleyi çözemeyeceğini, aksine daha da büyüttüğünü, hatta içinden çıkılamaz hale getirdiğini söylemesi lazım. Tabi eğer dinlerse. Ne yazık ki şimdi oluşmuş olan psikolojik ortamda birbirini anlamama durumu hâkim.

Oysa Kürt Sorununu çözmek için önce onu anlamak lazım. Tarihsel süreç içinde Kürtlere yapılanlar bilinmeden Kürt meselesini anlamak da çözmek de mümkün değil. Yapılan propagandalar ve uygulanan yanlış politikalar neticesinde Kürt olmak zaman zaman yasak olmaktan çıkmış adeta suç haline gelmiştir. Pompalanan milliyetçiliğin yaratığı gizli ırkçılık deprem gibi bir felakette bile kendini göstermekten alıkoyamamıştır. Spikerlerin “iyi oldu” naraları altında yardım adı altında gönderilen paketlerden taş ve Türk Bayrağı çıkması bunun açık göstergesi değil mi? Oysa bu meseleyi çözmenin birinci psikolojik adımı empati yapmaktan ve birbirini anlamaktan geçiyor. Sonra somut siyasi, hukuki ve demokratik adımlar gelir. Bunların da başında şimdi yapmakla meşgul olduğumuz Anayasa gelmektedir elbette.

İyi bir anayasa yapmanın en öncelikli şartı onu zamandan ve mekandan bağımsız düşünmek ve böyle maddeler koymaktır. İkinci önemli ilke de çözüme katkı sunacak bir yapıya sahip olmasıdır. Çünkü bizim gibi ülkelerde yeni anayasa yapmanın bir amacı da çatışmalara çözüm bulmaktır, bunun için anayasa yapılır. Bu çerçevede temel özgürlüklerin tanımlanması, yargı bağımsızlığının güvenceye alınması ve devletin tarafsızlığı ilkesinin benimsenmesi atılacak diğer adımları da kolaylaştırır. Örneğin ideolojiler, inançlar ve etnik kimlikler bakımından tarafsız olması çok önemli Çünkü devlet bunlardan birine taraf olduğunda diğer tarafı karşısına almış olur. Bu durumda sorunu çözmek yerine yeni sorunlar yaratır. Özellikle Kürt sorunu bağlamında öyle bir formülasyon bulunmalı ki Kürtler kendini ait hissetsin, vatandaş olduğunu içselleştirsin ve Türkler Türk olarak hangi hak ve özgürlüklere sahipse ben de onlara sahibim desin, diyebilsin.

Sözgelimi anadilini özgürce öğrenme, geliştirme, onunla yayın ve bilim yapma olanaklarına sahip olabilsin. Devlet kendi kültürünü geliştirmesine katkı sunsun ki bu devlet benim de devletim diyebilsin. Bunun için Türkiye’nin kendini geçmişin takıntılarından kurtarması, ses geçirmeyen ideolojik duvarlarını yıkması lazım.

Burada da en büyük görev iktidar partisine ve önün öncülerine özellikle de hem iktidara hem partisine tamamen hakim hale gelmiş olan başbakana ve AKP’ye düşüyor. AKP  ise bu mevzuda bir doğru yaptığında bir yanlışı da beraberinde mutlaka yapıyor. Örneğin AKP sorunların adını doğru koysa da çözüm için adım atmıyor. Bugüne değin Kürt sorunu, Alevi Sorunu, Ermeni Sorunu, Kıbrıs Sorunu gibi kronikleşmiş sorunların adını cesurca koydu, tartışmaya açtı. Ama bu on yıllık iktidarında hangisini çözdü? Bu on yılda çözmemişse daha ne zaman çözecek? Her seferinde niyet beyanında bulunuyor, o kadar. Sonrasında da “neden çözmüyorsun?” diyenlere, “çözümüne siz karışmayın ben istediğimi yaparım ya da istediğim zaman yaparım” diyerek zamana yayıyor. O arada sorun(lar) giderek daha da büyüyor, daha çetrefilli ve içinden çıkılamaz hale geliyor. Oysa Türkiyenin kimi sorunları acildir, Türkiye sorunlarını çözüp rahatlamazsa, genleşmezse bölüşecek, bunu görmüyor, ya da görmek istemiyor.

Halkın bir kısmı “benim sorunum var diyorsa”, yöneten “hayır senin sorunun yok” diyemez, derse öyle dediği için o sorun çözülür mü? Devletin asıl fonksiyonu toplumun sorunlarını çözmek, vatandaşların kendini gerçekleştirmesinin olanaklarını sunmaktır. Bu olanaklardan biri de dilini, kültürünü kullanmak, vatandaşlık bağlamında aidiyet oluşturmaktır. Eğer bu oluşmuyorsa ve ya oluşmamışsa “vay bölücü” deyip vatandaşı suçlamak yerine dönüp kendine bakmalı.

Meşruiyeti yüksek bir demokratik yönetim bunu sağlayamamışsa suçu kendinde aramalı ve yanlışını düzeltmeli eksiğini gidermelidir. İşte o zaman halkını kendi rızası ile yönetime katıldığını, bağlı olduğunu, sorunun değil çözümün bir parçası haline geldiğini görecektir.

Şimdi bütün bunlar yapılsa da denilecek ki ya silah? Silahlar konuştukça cenazeler gelmeye devam ettikçe bu sorun halkın zihninde var olmaya devam eder. O halde yukarıda anlatılan sürece paralel olarak silahların da susması gerek.

Bu da üç aşamada gerçekleşebilir:
1) Önce silahı kullanmama adımını gerçekleştirme.
2) Silahları tamamen bırakmak ve eğer karşılıklı güven yoksa silahları çözüme kadar aracı olacaklara bırakmak, ardından çözüm sağlandıktan sonra silahları tamamen gömmek.
3) Üçüncü aşama çatışanların toplumsal hayata entegrasyonudur.
Bu model Güney Afrika’da başarı ile denenmiş, benzer biçimde ETA ve İRA sorunları da çözüm noktasına getirilmiştir. PKK’ya gelince, Öcalan’la ilgili koşullar ateşkes için yeterli olacağı temsilcileri tarafından söylendi. İkinci adım;  toplumsal barış proje ile birlikte sınır dışına tamamen çekilmenin gerçekleşmesidir. Üçüncü adımda ise çıkarılacak bir siyasi af ile silahların tamamen bırakılması sağlanır. Böylece toplumsal entegrasyon süreci başlar ve Türkiye her geçen gün güçlenerek yoluna devam eder.

Peki bütün bunları kim yapacak? Kanımca bunu statükodan ve kandan beslenerek süreci sabote etmek isteyen güçlere direnebilecek siyasal bir irade ancak başarabilir.

Prof. Dr. Ahmet ÖZER
Sosyolog

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları