loading
close
SON DAKİKALAR

Temel gelir güvencesini neden ve nasıl savunmalıyız?

Temel gelir güvencesini neden ve nasıl savunmalıyız?
Tarih: 27.01.2021 - 15:59
Kategori: Gündem

Demokrasi için Birlik, Ekonomi Komisyonu temel gelir güvencesine ilişkin çalışmasını açıkladı.

Demokrasi için Birlik, Ekonomi Komisyonu‘nun "Temel gelir güvencesini neden ve nasıl savunmalıyız?" başlıklı çalışmasında şu ifadeler yer aldı:

"Neoliberalizmi, 1970’lerden itibaren finansallaşan ve giderek akıcılık kazanan sermayenin, emek karşısında gerçekleştirdiği bir karşı devrim olarak okuyacaksak, sınıfın bu saldırıya karşı direncinin kırılmasının en önemli araçlarından başta geleni, kesinlikle güvencesizleştirme olmuştur. 

Güvencesizleştirme süreci; yaşamın her alanında emek gücünün yeniden üretimi için, hayati önemdeki hizmet ve malların metalaştırılmasıyla birlikte gelişmiştir. Böylece üretim her ölçekte giderek sosyalleşirken, toplumsal üretimin temel ögesi olan emekçi, bir yandan sermaye karşısındaki pazarlık gücünü kaybetmiş, diğer yandan da emek gücünün üretimiyle ilgili artmakta olan maliyetleri yüklenmek zorunda kalmıştır. Oysa, bu maliyetleri karşılamak için ihtiyaç duyduğu kaynakları sağlayabileceği sosyal ücretler giderek erimiş, çalışma karşılığı elde edilen maaş, toplumsal zenginlikten pay almanın tek aracı haline gelmiştir. (Standing, 2007) 

Giderek artan kırdan kente göç, işçi ailelerinin tarımsal bağlantılarını büyük oranda tüketmiş, kentleşmeyle birlikte çözülen büyük ailelerin enformel dayanışma ilişkilerini sürdürmesini zorlaştırmıştır.
Diğer yandan tam istihdamın bir politik hedef olmaktan çıkarılması, çalışma’nın toplumsal artık üründen pay almanın tek olanağı haline gelmesi, giderek çalışmanın bir ayrıcalık haline geldiği koşulları yaratmıştır. (Aykaç, 2017: 161) Toplumsal ihtiyaçların karşılanması için çalışan bir emekçinin, emek gücü maliyetlerini kendisinin karşılaması üretimin sosyalleşmesi ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasında yaşanan çelişkinin en somut tezahürü haline gelmiştir. “Ve tıpkı üretim araçları gibi üretim, bir dizi bireysel eylem durumundan, bir dizi toplumsal eylem durumuna ve ürünler de bireysel ürünler durumundan, toplumsal ürünler durumuna dönüştü. Artık fabrikada çıkan iplik, dokuma, madeni eşya, tamamlanmadan önce, sıra ile zorunlu olarak ellerinden geçtikleri birçok işçinin ortaklaşa ürünü idiler. İşçiler arasında: ‘Bunu yapan benim, bu benim ürünümdür’ diyebilecek tek kişi yoktu.” (Engels, [1880], 1998:66) 

Sonuç olarak üretimin toplumsallaştığı koşullarda, üretimin sonuçlarının ortak paylaşımı, meşru bir taleptir. Temel gelir güvencesi, yaratılan ortak zenginliğin herkesin varoluşunu, asgari düzeyde de olsa, güvence altına almaya dönük bir taleptir. 

Toplum ile birey arasındaki bu güvence temini ilişkisi, post-neoliberal çağda yeni vatandaşlık paradigmasının temel ilkesi haline gelecektir. Pandemi koşullarında işsizliğin zirve yapması, talebin toplumsal ölçekte meşruiyetini artırır, ancak temel gerekçesi değildir.

Ekonomik kriz, yaygınlaşan otomasyon, artan işgücü verimliliği gibi sebeplerle şiddetlenen kitlesel işsizliğin faturası, bu sonucun ortaya çıkmasında neredeyse hiçbir sorumluluğu olmayan işçi bireyin üzerine yıkılmaktadır. Neoliberal ideolojinin “başarısızlığı” bireyin “yetersizliği, performans düşüklüğü, sorumsuzluğu” ile açıklayan ideolojisi, işsizliği ya da çalışan yoksulluğunu da bireyin hatalarının vebali olarak anlaşılır kılmaya çalışır. 

Oysa işsizlik yapısal bir sorundur, var olan üretim ilişkileri çerçevesinde çalışma saatlerini azaltmaksızın, herkese iş sağlamanın olanağı yoktur. Ekolojik sınırlamalar ve otomasyon, istihdam üzerinde küresel ölçekte basınç yapmaktadır. Büyüme karşıtı bir literatürün geliştiği koşullarda, her ne pahasına olursa olsun büyümeyi, istihdam yaratma ve dolayısıyla gelir temin etmenin tek yolu olarak savunmanın, güncel koşulları ortadan kalkmaktadır. (Hickel, 2020) 

Toplumsal üretimin, bireyi kendisi için üretim yapabilir olmaktan uzaklaştırdıktan sonra işsiz bırakması, toplum ile birey arasındaki ilişkiyi bu biçimiyle sürdürülemez hale getirmektedir. Bu sürdürülemezliğin çalışma hayatına yansımaları; aşırı çalışma, performans kaygısı, işyerinde dayanışmanın çözülmesi olurken, siyasal alana yansımaları ise, patronaj ilişkilerinin esas olduğu sağ popülist veya neofaşist rejimlerin güçlenmesi olmaktadır. Bu nedenle, gelire ulaşma ve toplumsal üretimden pay almanın, istihdam edilme ile olan mutlak bağı koparılmalıdır. Gelir güvencesi bu kopuşmanın zorunlu sonucudur. 

Üretimin toplumsal bir iş bölümü çerçevesinde ve toplumsal ihtiyaçların karşılanması için yapıldığı koşullarda, işçi bireyin yeniden üretiminin maliyetinin toplumsallaştırılması, bir zorunluluk haline gelmiştir. 

Var olan üretim ilişkilerinin hem en güçlü, hem de meşrulaştırılması en zor noktası, burasıdır. En güçlü yönüdür, çünkü temel yeniden üretimin çalışma ile doğrudan ilişkilendirilmesi, işçiyi temel ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu ile, sermaye karşısında çaresizleştirmektedir. Sermayenin esnekliği karşısında emekçilerin sınırlar ile kuşatılması da, bu asimetriyi derinleştirmektedir. Meşrulaştırılması en zor noktadır, çünkü son yıllarda hızla artan eşitsizlik çalışmalarının da gösterdiği gibi, neoliberal karşı devrim, gelir ve servet dağılımını kalıcılaştırmaktadır. Bu adaletsizlik, çağdaş toplumlara, eksik talep – aşırı üretim potansiyeli ikileminin aşılanamamasıyla, krizleri kalıcılaştırmakta, bir yandan da siyasi istikrarın oluşumunu imkansızlaştırmaktadır. 

Temel gelir güvencesi, sosyal devlet uygulamalarından geriye kalanların tasfiyesinin gerekçesi olarak savunulamaz. Evrensel temel gelirin (ETG) neoliberal ve muhafazakâr savunucuları, ETG’yi bu amaçla savunur. Oysa temel gelir güvencesi, toplumsal servetin yeniden dağıtımını da içeren bir talep olmak durumundadır, aksi takdirde fiilen uygulanabilmesi zaten mümkün değildir. 

Hem temel gelir güvencesinin, hem de toplumsal servetlerin artan oranlı vergilerle yeniden dağıtılmasının en önemli gerekçesi, üretimin sosyalleşmiş olduğu gerçeğidir. Neoliberal yayılmanın metalaşma ile gerçekleştirildiği düşünüldüğünde, aksi yöndeki hareketin de bir metasızlaştırma (deccommodification) programına dayanması gerektiği açıktır. Metalaştırma, kamusal olanın kâr amacıyla alınıp satılabilir mal ve hizmetler haline dönüştürülmesi ise, metasızlaştırma da yaşamsal önemdeki mal ve hizmetlerin ve özellikle de doğanın, toplumsal yeniden düzenlenmesidir. Öncelikle emek gücünün yeniden üretilmesini sağlayan temel hizmetlerin, toplumsal fonlar tarafından karşılanarak vatandaşlara belli kotalar dahilinde ücretsiz olarak sağlanması, gelir güvencesinin doğal bir uzantısı olarak düşünülmelidir. 

Emeğin bir meta olmaktan çıkarılması da bu sayede gerçekleşecektir. Yeniden üretim ve bakım emeğinin toplumsal bir biçimde düzenlenmesi, temel gelir güvencesiyle birlikte, kadın özgürleşme mücadelesini
güçlendirecek talep ve uygulamaları yaratabilecektir. 

Gelir güvencesinin emek piyasasındaki esnekliği azaltarak işçi sınıfı ile sermaye arasındaki güç asimetrisini azaltması; işçilerin düşük ücretli işleri daha kolaylıkla reddetmesi, bunun birçok düşük nitelikli ve ağır işin otomasyon ile gerçekleştirilmesine yol açması, grevlerin örgütlenebilmesini kolaylaştırması, işçilerin siyasi ve kültürel faaliyetlere daha fazla zaman yaratmasını sağlaması, iş ya da işsizlikten kaynaklanan kaygıların azalması, işçiler açısından gönüllü esnekliği bir seçenek haline getirmesi, ev içi emeğin ve yeniden üretim emeğinin ücretli hale gelmesini sağlaması gibi faydalar üreteceği düşünülebilir. (Srnicek, Williams,2017: 222) 

Temel gelir güvencesinin uygulanamaz ve imkânsız olduğuna dair tepkiler, neoliberal hegemonyanın gücünü sergilemektedir. Bundan 150 yıl önce genel oy hakkının tanınması ile ilgili talep ve mücadelelere de benzer eleştiriler getirilmekteydi. “Birinci tepki boşu boşunalık iddiasıydı: ‘İşe yaramayacak.’ İkincisi tehlikeye atma iddiasıydı: ‘Peki oldu! Ama bunu uygulamaya sokarsan şunu tehlikeye atacaksın.’ Üçüncüsü, olumsuz yan etki iddiasıydı, ‘Önerdiğin şeyin istenmeyen sonuçları aslında elde edeceğin faydaları yok edecektir.’ 

Albert O. Hirschman, şimdilerde sorgusuz sualsiz doğru kabul edilen reformlara muhalefet etmek için bu argümanların kullanıldığı tarihsel vakaları kitabında işlemektedir.” (Standing, 2007: 35) 

Solun başarması gereken kapitalist üretim ilişkilerinin mutlaklığını vaz eden perspektifte gelir güvencesi talebi, çatlak yaratma potansiyeline sahiptir. Gelir güvencesi meselesine bir politik aktör ile bir sosyal bilimcinin bakış açısının, aynı olması beklenemez. Solun kapitalizmin kronikleşen krizlerine karşı etkin bir iktisadi dönüşüm çerçevesi ortaya koyamamasının, 2008 krizinden bu yana çok ciddi sonuçları yaşanmaktadır. Toplumsal dönüşümün olanaklarını zorlamak için, sağ popülist politik aktörlerin kültürel zıtlıkları toplumsal gerilimin merkezine yerleştirme çabasına karşı, özellikle ekonomik kriz koşullarında toplumsal servetin yeniden dağıtılmasını ve gelir güvencesini esas alan bir mücadele çizgisi yaratmak, dengeleri dönüştürmek açısından bir zorunluluktur. 

Sınıf hareketinin gelişmesini sağlayacak bir hareket inşası açısından, gelir güvencesinin doğru halka olduğuna dair inancın yaygınlaşması, gelir ve hizmetler güvencesi talebini, dünyanın birçok ülkesinde güncel hale getirmektedir. Burada öncelikli olan talepler değil, bu talepler ekseninde bir hareket inşa edebilmektir. Sosyal politika, Bismarck zamanından beri işçi sınıfı hareketlerini evcilleştirmek için kullanıldı. Ancak aşağıdan yaratılan güçlü talepler, sonunun nereye varacağını kimsenin bilemeyeceği hesaplaşmalara dönüşebilir. Birçok ülkede burjuva devletler tarafından hayata geçirilen toprak reformunun, Fransız, Rus ve Çin Devrimlerinde ki rolüne bakmak, bu açıdan anlamlıdır."

Kaynak : www.istanbulgercegi.com

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları