loading
close
SON DAKİKALAR

Koltuk Sendromu

Atay Sözer
Tarih: 05.10.2014

Atay Sözer; Oturdukları koltuk resmiyeti olan bir koltuk; oturan da böyle istem dışı belirtiler yapabilir. Endişe edilmesin, koltuktan kalkınca normal hayata dönülüyor…

Bayram ziyaretine gittiğim büyük teyzenin evi doğal olarak pek kalabalıktı, herkes rutin bayramlaşması için gelmişti. Salonda pek oturacak yer yoktu, beni duvarın dibindeki tabureye buyur ettiler, geçip oturdum mecburen.

Amcalar, halalar, teyzeler sıra sıra oturuyorlardı, salonun başköşesindeki koskoca deri koltuğa 7 yaşında bir velet kurulmuştu; belli ki gelir gelmez koltuğa tırmanmış, kimse de çocuktur diye sesini çıkartmamıştı. Sanıyorum kuzenlerden birinin oğlu olmalıydı. Akrabalarla böyle kırk yılda bir karşılaşınca kim kimdi, diye tanımakta güçlük çekilir; çünkü acımasız zaman fiziğinizi ve kimyanızı fena halde bozmuştur; ama koltuğu hemen tanıdım. Rahmetli enişte mal müdürüydü, onun koltuğuydu, ondan başkasını oturtmazlardı;

“Aman o eniştenin koltuğu sakın dokunma, kızar sonra” derlerdi. Eniştenin heybetli bir şekilde koltuğa oturuşu gözümün önüne geldi, çocukken amma da korkardım onun halinden… 

Ne günlere geldik, şimdi bu velet fütursuzca geçip kurulmuş onun yerine.

Kerata oturduğumdan beri gözünü dikti bana ters ters bakıyor; epey bir tedirgin oldum doğru-
su.

Teyzanım elindeki tepsiyle tatlı servisine başladı, ilk servisi de velede yaptı;

Tatlılara burnunun ucuyla bakan velet sordu:

Ne tatlısı bu böyle?

“Baklava…”

“Kadayıf yok mu?”

“Var evladım, sen bunu al şimdi; hemen getiririm kadayıfını…”

Velet baklavaya yumulurken teyzanım diğer misafirlere servise devam etti, ben tam sıra bana geldi diye hamle yaparken hop beni atlayıp diğerine geçti; sonunda tepsideki baklavalar bitince beni fark etti;

“A evladım sen öyle kıyıda köşede kalınca görmedim; getiririm birazdan senin baklavanı” diyerek çıktı…

Velet, iki koltuk ötede oturan kuzene beni gösterdi;

“Anne ya, kim bu şaşkın şaşkın bakan denyo ?”

Kuzen biraz mahcup gülümsedi;

“Aaa tanımadın mı Abdülhamit; dayı o dayı…”

“Nereden tanıyayım, hayatımda ilk defa görüyorum…”

Velet haklıydı nereden tanısındı?

Tabii bu yaştaki çocuğa büyük dedenin adını verirsen olacağı bu…

Abdülhamit beni tepeden aşağı süzerek baktı…

“Sen ne iş yapıyorsun bakayım?”

Öyle bir edayla sordu ki ister istemez, hafifçe öne doğrulup ceketimi ilikleyerek yanıtladım.

“Yazarlık yapıyorum efendim…”

“İyi… Yaz ama öyle her aklına geleni yazıp da başını bela sokma…”

Bu arada teyzanım Abdülhamit’in kadayıfını getirdi, sonra bana döndü…

“Sen bir tabak daha baklava alır mıydın?” diye sordu…

“Bir tabak daha alabilmem için önce ilk tabağı almam gerekiyor teyzeciğim diye yanıtladım…”

Teyzanım özür dileyerek dışarı çıktı…

Abdülhamit bir yandan kadayıfı götürürken, bana seslendi…

“Pişşt koçum, şu çikolata kutusunu kap gel bakayım…”

İster istemez yerimden fırlayıp masanın üstündeki çikolata kutusunu kapıp ona yöneldim, bir türlü inanamıyordum, neden böyle yapıyordum; çocuk terbiyesinde dayağa karşı olsam da böyle bir durumda kızılcık sopasını kaptığım gibi girişmem gerekiyordu. Daha da garibi, ne annesinden, ne babasından ne de diğer büyüklerden bir ses çıkıyordu.

Sonunda kuzen ayağa kalktı;

“Bize müsaade bayram ziyareti uzun olmaz, daha da gideceğimiz yerler var; hadi gel Abdülhamit” diyerek oğlunu da kaldırdı…

Kapı önünde vedalaşırken çocuk elimi öpüp başına koydu;

“Bayramınız kutlu olsun dayıcıyım” diyerek saygılı bir ifadeyle baktı…
İnanamıyordum az önce koltukta oturan ruh hastası gitmiş yerine bambaşka son derece normal, çocuk gibi bir çocuk gelmişti…

Onlar gittikten sonra boşalan koltuğa oturdum, şöyle bir arkama yaslandım, kollarımı iki yana açarak yerleştirdim, doğrusu pek bir rahattı; çocukluğumdan beri özendiğim bu koltuğa ilk kez oturmanın keyfini yaşıyordum.

Teyzanım “Buyur evladım”, diye baklavamı getirdi…

“Onu koy şöyle, hemen fırla bana bir kadayıf kap gel; az önce velet yedi, imrendim; bi tarafım şişmesin şimdi…”

Teyzanım “Başüstüne” deyip fırladı…

Gözüm hemen yanımda oturan yaşlı adama takıldı…

“Moruk, sen kimsin, kimlerdensin bakiiim” diye sordum…

Yaşlı adam önümde saygıyla eğilerek;

“Ben zatıalinizin amcasıyım evladım…”

Bana ne oluyordu böyle, ben böyle hıyarlıkları nasıl yapabiliyordum? Hâlbuki az önce içeri girdiğimde amcamın elini öpüp, hatırını sormuştum…

Tam “Özür dilerim”, diyecektim ki; dudaklarımdan;

“Kalk bana şuradan likörlüsünden bir çikolata kap”, sözleri döküldü…

Meseleyi çözmüştüm, olay tamamen oturulan koltuktan kaynaklanıyordu; bu koltuğa oturan böyle belirtiler gösteriyordu; sadece oturanları değil karşısındakileri de etkiliyordu bu durum; onlar da oturanın karşısında elpençe duruyorlardı ister istemez.

***

Bugüne kadar resmiyet bulaşmış koltuklara oturur oturmaz hıyarca hareketler edenleri düşündüm, bu tezimde haklıydım sanırım.

Koyduğum bu teşhisi doğrulayan başka olaylar da oldu son günlerde…

Opera ve Balenin başına getirilen yetenekli besteci, sansüre, baskıya, yasakçılığa karşı dik duruşuyla bilinen kişinin koltuğa oturur oturmaz ilk icraatı, kurum çalışanlarına tayt giyme yasağı getirmesi oldu. Yani koskoca genel müdür bir anda öğrencilerinin giydiği dona kadar karışan bir okul müdürü konuma girmişti. Yakında kapıda durum girenlere don kontrolü yap-ması hiç de şaşırtıcı olmaz… 

Tabii bunun müdürün isteyerek yapmadığına eminim, olay tamamen oturduğu koltuğun etkisinden kaynaklanmaktadır.

Antalya Altın Portakal film yarışmasında yaşananlarsa bu tezimi iyice kuvvetlendirdi…

Öncelikle Antalya’da neler olduğunu kısaca anımsayalım…

Festival başlamadan önce bir basın toplantısıyla festivalin tanıtımı yapılıyor…

Belediye başkanı ve festival yöneticisi koltuğunda oturan entelektüel düzeyi yüksek, çağdaş dört hanım basının toplantısında gazetecilerin karşısına çıkıyor…

Biri soruyor “Eğer festivale gezi olaylarıyla ilgili bir film gelirse, ne yaparsınız?”

Başkan yanıtlıyor; “Sanat siyaset üstüdür, bizim kapımız herkese açık…”

Geliyoruz festival zamanına…

Taksim Gezi olaylarını anlatan bir belgesel film var;

Adını şair Adnan Yücel’in şiirinden alan “Yeryüzü aşkın adı oluncaya dek” filmi festivalin yarışma bölümüne başvuruyor…

Ön jüri filmi yarışacak 15 film arasında seçiyor…

Ama aklı evvelin biri, “Bu filmin içinde beyefendiye kötü günlerini anımsatacak sahneler var; hem ceza kanunun şu maddeleri mucibince suç olabilir, başımız ağrıyabilir” diyor…

Festival komitesi de durumdan vazife çıkartıp, filmi çaktırmadan, sanki hiç seçilmemiş gibi sumen altı ediyor.

Bu defa ön jüri “Yahu biz 15 film seçmiştik ortada 14 film var, bir filmi kim hacıladı?” diye ortalığı ayağa kaldırıyor…

Tabii sektör de haklı olarak “Sansür var” diye haykırmaya başlıyor ve filmin yarışmaya alınmasını istiyor.

Kimyası bozulan komite de, “Biz sansürlemedik, biz filmin gösterimine izin vermeyerek onu koruma altına aldık” türünden akla zarar açıklamalar yapıyor.

Bu arada gelecek planlarını festival üzerine kuranlar da “Nereden çıktı şimdi bu kavga, işimizi bozacak” diye tartışmaya katıp komiteye destek veriyor…

Ortalık toz duman içinde kalıyor…

Tam bu satırları yazarken bir haber geliyor, komite filmin yönetimiyle anlaşmış ve film gösterilecekmiş. Yeni bir aklı evvel çıkıp tekrar ortalığı karıştırmazsa şimdilik sorun bitmiş görünüyor.

Bu olayda en çok düşündüren de festival komitesinin saygın olarak bilinen insanlarının nasıl olur da bu tür durumlara düşebildiği…

Aslında çok düşünmeye gerek yok; koltuk teorimle rahatlıkla açıklanabilir…

Neticede belediyenin düzenlediği resmi kimlikli bir festival söz konusu olan…

Oturdukları koltuk resmiyeti olan bir koltuk; oturanda böyle istem dışı belirtiler yapabilir…

Endişe edilmesin, koltuktan kalkınca normal hayata dönülüyor…

Atay Sözer

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları