loading
close
SON DAKİKALAR

Nükleer hep düşman Japon başkan bin pişman

Atay Sözer
Tarih: 22.04.2016

Atay Sözer; Nükleer bombanın yarattığı etkiyi hâlâ üstümüzden atabilmiş değiliz; havamız, suyumuz, toprağımız kullanılmaz hale geldi; dört tarafımız deniz, milli gıdamız balık olduğu halde biz o balığı yiyemez olduk.

Ben Naoto Kan, Japonya’nın sabık başbakanı…
Hiroşima ve Nagazaki facialarını yaşamış bir ulusun evladı olarak nükleerin ne mene bir tehlike olduğunun en çok farkında olan daha doğrusu farkında olması gereken bir kişiyim.

Nükleer bombanın yarattığı etkiyi hâlâ üstümüzden atabilmiş değiliz; havamız, suyumuz, toprağımız kullanılmaz hale geldi; dört tarafımız deniz, milli gıdamız balık olduğu halde biz o balığı yiyemez olduk. Bunu ilk anlayan da sizin Nazım adındaki ozanınız oldu; ne diyordu:
“Balık tuttuk yiyen ölür, Elimize değen ölür, Birden değil, ağır ağır, Etleri çürür, dağılır”
Yahu adam daha ne kadar açık söylesin… Ağır ağır çürüyüp gideceksiniz işte diyor…
Çernobil patlaması bayramlardaki havai fişek gibi geldi pek çoklarına; havanıza, suyunuza, çayınıza radyasyon bulaştığında; “Radyasyonun yararları da vardır, erkekliğe iyi gelir” diye bardak bardak çay içenleriniz oldu. Ben bile “Acaba doğru olabilir mi?” diye o aralar epey çay içmiştim. Sanıyorum sizin büyüklerinizin farklı bir düşünüş biçimi var.

Bizim Fukuşima patlamasını da duymadılar; sanıyorum sizin büyüklerinizin düşünüş dışında ciddi bir işitme sorunu da var.

Sizin bu sorununuz doğrusu bana dert oldu…
Fukuşima’dan sonra nükleer santrallere sahip olmamanın, en güvenilir enerji politikası olduğuna ikna oldum.
Ondan sonra hep “En güvenli nükleer, olmayan nükleerdir” dedim.
Nükleer Santraller gerçekten de en büyük insanlık düşmanıdır…
Bu yüzden sizin büyüklerinizin “Nükleer santral” diye tutturmasına da bir anlam veremiyorum.
Hele hele sivri zekâlılarınızın (ki bu konuda hiç yokluk çekmiyorsunuz) ortaya çıkıp “Nükleer santraller mutfaktaki tüplerinizden daha riskli değildir” türünden kelamlar etmesi karşısında dumura uğruyorum.
Hele hele terör faaliyetlerinin çoğaldığı bu dönemde bir canlı bomba santral üstünde patlarsa ne halt edeceksiniz, bunları düşündükçe sizin adınıza endişeleniyorum, uykularım kaçıyor.
Doğrusu bu kadar uzaktan orada işlerin nasıl oluyor da bu halde olduğunu anlamam mümkün değildi.
“İyisi mi gidip yerinde göreyim ve yetkililerle yüz yüze konuşup onları uyarayım” diye düşünüp ülkenize gelmek üzere Japon havayollarının tarifeli uçağına bindim.
Gerçekten de çok güzel bir ülkeniz var, çok misafirperversiniz…
Yolda çocuklar, “Hey anjinsan, koniçiva” diye peşimden koştular, sevimli şeyler…
Ancak her şey liderinizin o muhteşem sarayının kapısından girmemle bir anda değişti…
Beni miğferli, mızraklı, garip kıyafetli askerler karşıladı; bu kıyafetlerden bazılarını tarihi filmlerden anımsıyordum. Derken koridorlarda yürümeye başladım, ama git git bitmiyor; her bir yanda bir oda kapısı.
“Kaç oda var burada?” diye sordum; bana eşlik etmekte olan Uygur askeri “Ben diyeyim 1000 siz deyin 1500” diye bir cevap verdi.
Doğrusu bunun anlamını bir türlü çözemedim; ben niye 1500 diyordum. Acaba burada bir açık arttırma mı söz konusuydu? Pencereden baktığımda bunun nedenini biraz anladım, dışarıda bir inşaat vardı; sürekli yeni bölümler inşa ediliyordu. Askerin net bir yanıt verememesinin nedeni buydu. Saray sürekli olarak büyüyordu, nereye kadar büyüyeceği de belli değildi.
Sonra beni liderinizin huzuruna aldılar; öncelikle o uzun ben de biraz kısa olduğum için sürekli kafamı yukarıda tutmak zorunda kaldım, boynum tutuldu; korkarım boyun fıtığı olmuştum.
Sonra nezaket gösterip beni yemeğe davet etti, birlikte sofraya oturduk…
Enseme bir tokat atıp “Ee Toranaga, sana çok güzel yemekler hazırlattım, bakalım beğenecek misin?” dedi.
Ben hep övgüyle söz edilen o nefis Türk yemeklerini beklerken karşıma Suji ve bol miktarda pilav çıktı üstelik waribaşi dediğimiz çubuklar bile unutulmamıştı. Liderinize bu jestinden dolayı teşekkür ettim. Doğrusu dün akşamdan beri hasrettim bu yemeklere.
Ama içecek sizin milli içeceğiniz olan ayrandı; pek sevdim doğrusu.
“Doydun mu, istersen sana Pekin ördeği de yaptırayım” dedi.
Teşekkür ettim Pekin ördeğinin Çin yemeği benimse Japon olduğumu anımsatınca.
“Neticede ikiniz de çekik gözlü değil misiniz, biz hepinize eşit mesafedeyiz; ha Çinli ha Japon ha Deniz Baykal, hiç fark etmez” diye yürüttüğü müthiş mantık karşısında hayran olmamak mümkün değildi.
Yemekten sonra kafamdaki soruyu sordum…
“Ekselans şu nükleer santral meselesi” derken sözümü kesti.
“Çok şahane değil mi, taktım kafaya her mahalleye bir santral yapacağım; santralsız köşe kalmayacak” diye ellerini çırptı…
İçeriye bir Hun askeriyle bir Göktürklü girdi, yanlarında büyük bir kutu taşıyorlardı.
“Bak mesela bu da mini santral, portatif sarayda kullanıyoruz; şimdi bir de bunun cep modelini tasarlıyoruz. Siz Japonlar her şeyin minyatürünü yaparsınız da biz yapamaz mıyız?”
Ağzım bir karış açık kalmıştı; bir şey söylememe fırsat bırakmadan o devam etti…
“Santraller önemlidir nükleer de önemlidir, nükleer santral çok daha önemlidir. Zaten çılgın proje de var, İstanbul’un ortasını kesip kanal açacağım tam ortasına da bir santral dikeceğim. Sonra Çatalca’yı da ikiye böleceğim, böylece Çatalcalı topal çobanın Çatalca’da çatal yapıp çatal satmasına kolaylık gelecektir tabii Çatalca’ya bir santral çatmak da gerekliliktir”
Ben de ip kopmuştu hiçbir şey anlamamıştım, sanıyorum liderinizin zekice bir taktiğiydi bu; karşısındakini iyice serseme çevirip istediğini yaptırmak. Biz Japonlar böyle durumlarda bir şey anlamasak bile nezaket gereği gülerek kafamızı sallarız sanki anlarmış gibi… Ben de öyle yap-tım…
“E anladın mı şimdi Nükleer santrallerin faziletini?” diye sordu…
Ağzımdan “Evet anladım gayet iyi, durmak yok yola devam” cümlesi çıktı ister istemez…
“Hah ben de zaten bir Japon olarak böyle konuşmanı bekliyordum, demek santralleri sen de savunuyorsun. O zaman hadi sana güle güle, birazdan Suudi Kral gelecek seni görmesin. Zaten Olimpiyatları elimizden kaptığınız için sana gıcığım var yürü, anca gidersin.” diye kibarca gitmemi rica etti. Dulkadiroğulları Beyliği askerinin eşliğinde kapıya kadar yolcu edildim. Giderken hediye olarak elime iki de poşet tutuşturdular.
Akşam uçakta söylediklerimi düşündüm; resmen nükleeri övmüştüm…
Ben nasıl olur da böyle konuşmuştum, kesin ayranın içinde bir şey vardı; sonra laf kalabalığına getirip beni iyice aptal etmişti, sanıyorum ülkenin havasından da kaynaklanan bir durum var; bu havayı soluyanlar bu tür belirtiler gösteriyorlar; bütün kimyam bozuldu yahu. Döndü-ğümde uzmanlarımızın bunu araştırmasını isteyeceğim. Bu arada hediye poşetlerini açıp baktım birinde nohut diğerinde kömür vardı. Acaba nasıl bir mesaj vermek istemişlerdi?
Yahu ben nasıl bir yere düştüm böyle, bana ne yaptınız? Ettiğim affedilmez sözlerden dolayı çok pişmanım, normalde şu an harakiri yapmam gerek ama elim gitmiyor bir türlü; şimdi sadece anlamını bilmediğim bir ifadeyle “Hülooğğğğğ” diyesim geliyor…

Atay Sözer

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları