loading
close
SON DAKİKALAR

Çok para her zaman gelişme demek değildir

Prof. Dr. Ahmet Özer
Tarih: 20.03.2018
Kaynak: Prof. Dr. Ahmet Özer

Ahmet Özer: Şu işe bakın, zengin Türkiye artık kendi kendisine yetemiyor, bırakın yiyecek eti, nohutu, mercimeği; samanı bile ithal ediyor!

Türkiyenin son yarım asrı

          Bunun böyle olmadığını Türkiyenin son yarım asırlık gelişmesine bakarak rahatlıkla söylemek mümkün. Ben bir analiz yapayım, kararı siz verin. Bir hatırlayın lütfen, bir zamanlar Türkiye dünyanın en büyük bilmem kaçıncı ekonomisi değildi. Ama verimli toprakları, tarım ve hayvancılıkla uğraşan bir nüfusu vardı. İnsanların yerlerini yurtlarını ve en önemlisi, en iyi bildikleri işlerini bırakıp ya işsiz kalacakları ya da yarım yamalak yapacakları işlere koşulacakları kente göç furyası başlamamıştı henüz. Köylüler yoksuldu, evet, ama köylerinde yeşil doğanın içinde, iorganik biçimde tarım ya da hayvancılık yaparak geçiniyorlardı ve huzr içinde katık ekmek yemeleri onları mutlu etmeye yetiyordu. Hatta bazıları, bazı bölgelerde parasızlıktan odun, kömür ya da gazyağı alamaz, kışın soğuktan korunmak için tezek yakarlardı, ataerkil ocaklarında. Üstelik, hem çok işlevli, hem de çevrecinin dik âlâsı, doğal dönüşümün zirvesi sayılırdı. Evet, yoksuldu Türkiye; ama en yoksulu bile aç kalmıyordu.

          Taprağın ve suyun isyanı!

          Ülke toprakları tarım ve hayvancılığıyla hiçbir ithalata gerek kalmadan nüfusunu besliyor, hatta fazlasını üretiyordu. Kuş gribi, domuz gribi, kırım kongo,SARS yoktu. En yoksul köylünün bile birkaç tavuğu vardı ve doğadan beslenen ineğin sütü, tavuğun yumurtası, kimyasal gübre yüzü görmemiş tarla patatesi derken; bugünkünden çok daha kaliteli yiyeceklerle çok daha sağlıklı besleniyorlardı. Sonra göç ve kaç hareketleri ile kentlerin varoşlarına akın başladı. Gelenler köylü olmaktan çıktı kentli de olamadı maalesf, arada kaldı. Şehirlerin varoşlarında yaşanan aş, iş barınma sorunları insanların yerlerinden yurtlarından olmasının yarattığı melodramatik kopuşlar, travmatik vakalara yol açtı. Binbir umutla kentelere gelenlerin umutları kentlerin beton bariyerlerine çarparak tuzla buz oldu. İnsanlar bırakın mutlu olmayı büyük acılar yaşadılar, şehirlerin kolanlarında. Sosyo ekonomik, kültürel ve siyasi gerilimlerin yarattığı sorunlarla mutsuz oldular insanlar. Sayıları  gün gittikçe arttı devasa köy kentlerde.  Maalesef mutsuz, aç, perişan ve yoksul yaşıyanlar her geçen gün artıyor ve  bunların sayıları bir avuç gönençlinin sayısını kat be kat aştı.

          Para her şey demek değil

          Türkiye artık dünyanın 17. Büyük ekonomisi. Öyle söylüyorlar bize. Peki mesele insanların insanlık onuruna yakışır düzeyde insanca ve mutlu yaşaması ise, şimdi geldiğimiz noktada daha mı iyi durumdayız?  Şehir çeperlerinde yabancılaşmanın derin kuyularında insanca yaşamak için büyük çaba içinde tükenen ömürler daha mı mutlu? Buna kaç kişi vicdanlı bir biçimde evet diyebilir. Üstelik kenti kurtaralım derken kır ve onun yarattığı ürettiği değerler de elden gitti. “Köylerin çoğu şimdi ıssız, toprak nadasta, inekler granül yiyor, etleri gazla yumuşatılıyor, tavuklar fabrikada yetişiyor, bağlara bahçelere gübre diye kanserojen basılıyor.” Daha mı iyi oldu? “Verimli topraklar ya çokuluslu GDO lobilerine peşkeş çekildi ya da yapılaşmaya açılarak betona kurban edildi. Neymiş modernleşiyor muşuz? Neymiş gelişiyor muşuz? Bu mu modernleşme bu mu gelişme? Her gün insanoğlunu kemiren kanser mi, obezite mi, toplu çeşitli kırımlar mı, dünyayı tehdit eden atom, hidrojen, nitrojen bombaları mı gelişme? Lütfen söyeleyin daha mı iyiyiz şimdi?

          Ülke kendine yetemez hale geldi

          Şu işe bakın, zengin Türkiye artık kendi kendisine yetemiyor, bırakın yiyecek eti, nohutu, mercimeği; samanı bile ithal ediyor! “Kentlerin havası zehirli, suyu kirli, göçen köylülerin de çoğu işsiz, sadakanın yeni adı sosyal yardımlarla yaşıyor. Entansif tarım, sanayi hayvancılığı, fabrikalar derken hem kirlenen, hem kirleten ülkeler kervanına katıldı yurdumuz.  Öteki büyük ekonomilerle birlikte gün be gün aratan oranda havayı, suları, denizleri nehirleri, gölleri zehirliyoruz.” (M Kırıkkanat, Paranın Kokusu,19.03.2018, Cumhuriyet).Yediğimiz yiyecekler, yıkandığımız, içtiğimiz sular üç beş kuruş adına, üç beş kişi zengin olsun diye  tüm canlıları zehirliyor. “Meğer zenginliğin de bir kokusu varmış ve para, tezekten çok daha tehlikeli kokarmış: Egzoz gazları, fabrika bacaları, ısınma derken saldığı gazlar sadece iklimi değiştirmez, dünyayı da zehirlermiş!”(Yagm).  Kızılderili şefin dediği gibi, son ağaç kesildiğinde, son ırmak kuruduğunda ve son balık tutulduğunda beyaz adam paranın yenmeyecek birşey olduğunu anlayacak ama o zaman iş işten geçmiş olacak..

          Bu hızla giderse dünya kısa sürede yaşanmaz hale gelecek

          Bilim insanları bu aç gözlü gişiat sürerse toplu ölümler beklenmeli diyor. Kpaitalizmin kendi çıkarları için pompaladığı bu çılgın tüketim  sürerse bir dünya değil beş dünya daha olsa yetmeyecek bize. Ama paranın kör ettiği gözler için bunun hiçbir önemi yok. İnsanların daha çok, daha çabuk üreteceğim diye hayvanından bitkisine bastığı kanserojen kimyasallar, sonunda dönüp kendi başlarına patladığında anlayacaklar hanyayı konyayı ama oz amanda iş işten geçmiş olacak. Zenginleşrmekle övünenlerin, artık durup şu “zenginlik” kavramı üstünde düşünmesi gerekmez mi? Sorarım size: Köylüleri işsiz, topraklarını nadasa bırakan ve üretmediği yiyecekleri borçlanarak ithal eden bir ülke mi zengindir; yoksa parası az olsa da herkesin çalıştığı, daha iyi beslendiği, dolayısıyla nüfusu daha sağlıklı bir ülke mi? Parası çok ama ne olduğu belli olmayan samanı, hormonlu hayvanları ve gdo’lu besinleri, buğdayı, çavadarı, otu bile dışardan ithal eden zengin ülkemi yoksa parası az ama bunların hepsini güzel yurdunda organik biçimde üreten ülke mi? Her şey ortada, geç de olsa anladık ki akaryakıt, kokaryakıttan daha tehlikeliymiş meğer. “Tezek pis kokar, ama öldürmezdi. Karbonu, petrolü, kimyasalı ve gübresiyle bu Türkiye hem pis, hem de ölüm kokuyor!”

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları