loading
close
SON DAKİKALAR

Çiftçi-Sen'den HES raporu

Çiftçi-Sen'den HES raporu
Tarih: 12.02.2012 - 11:27
Kategori: Özel Haberler

Çiftçi-Sen, HES’ler konusunu, bunun tarım ve çiftçilere yansımasını analiz eden bir broşür yayınladı.

Çiftçi-Sen, dünyada ve ülkemizde, suyun ticarileştirilmesinin bir ayağı olarak, uluslararası kapitalist sistem tarafından dayatılan HES’ler konusunu, bunun tarım ve çiftçilere yansımasını analiz eden bir broşür hazırladı.
İlgili broşür ise şu şekilde;

Türkiye’de hidroelektrik santraller (HES’ler) ve tarım

Ekosistemin vazgeçilmezi olan sudan, potansiyel enerji kinetik enerjiye çevrilerek, elektrik enerjisi elde edilir. Bu dönüşüm hidrolik santrallerle gerçekleştirilir.
 
Hidrolik santraller (HES’ler) su biriktirmeli (barajlar) ve biriktirmesiz (nehir tipi) olmak üzere ikiye ayrılır. Su biriktirmeli santraller yöresinde, biriktirmesiz hidrolik santraller ise kurulduğu yörede ve geçtiği tüm bölgelerdeki doğal yaşam üzerinde etkileri vardır. Her iki hidrolik santralin tarım ve çevre üzerinde olumsuz etkileri olduğu bilinmektedir. Bu çalışmamızda su biriktirmesiz hidrolik santrallerin tarımsal üretim üzerine etkileri anlatılacaktır.1
 
Su biriktirmesiz hidrolik santraller
 
Su biriktirmesiz hidrolik santrallerle su, yatağından saptırılarak boru içine alınır ve belli bir yüksekliğe çıkarılır. Daha sonra suyun aşağı düşmesi sağlanarak, akarsuya verilmeden önce jeneratör çevrilerek elektrik üretilir. Su, yatağına tekrar verildiği anda diğer şirketin borusuna girer ve neredeyse denize ulaştığı noktaya kadar bu duruma devam edilebilir. Suyun alındığı ve yatağına verildiği mesafeler onlarca kilometreyi bulabilir. Bu mesafelerde suyun doğa, hava ve diğer canlılarla bağı kesildiği ve suyu oluşturan mineral ve daha birçok yararlı madde oluşamadığı için su, su olmaktan çıkar. Dolayısıyla boruların bitiminde akarsuya geri verilen suyun artık kendisine ve yaşam verdiği diğer canlılara eskisi kadar yararı ol(a)mayacaktır.
 
Türkiye’de hidrolik santraller aracılığıyla enerji üretimi yakın zamana kadar yalnızca kamu eliyle yapılmaktaydı. Günümüzde ise özel sektör de, tıpkı kamu gibi, elektrik üretim ve satışı yapmaktadır. Fakat özel sektörün elektrik üretip satabilmesi için bir dizi yasal düzenlemeler gerekmiştir.
 
Enerji alanında özelleştirmenin yolunu açmak için “Yap-İşlet” modeli geliştirilmiştir. 16/07/1997 tarih ve 4283 sayılı “Yap-İşlet” modeli ile “Elektrik Enerjisi Üretim Tesislerinin Kurulması ve İşletilmesi ile Enerji Satışının düzenlenmesi Hakkında Kanun” çıkarılmış, böylece yasal alt yapı oluşturulmuştur. Daha sonra 20/02/2001 tarih ve 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu hükümleri gereğince enerji üretim tesislerinin yapımı tamamen özel sektöre devredilmiştir.
 
Türkiye’de şu anda işletmede olan HES sayısı 288′dir. Yapımı devam eden 1019 HES için Su Kullanım Anlaşması imzalanmıştır.2 2011 yılı başında 0.5 MW’dan fazla üretim yapacak olan şirketlere verilen lisans sayısı ise 2000’i geçmiştir. 0.5 MW dan daha düşük kapasitede elektrik üretecek HES’ler için şirketlere dağıtılacak lisansların da 5000 ile 10000 arasında olacağı düşünülmektedir. 0.5 MW üretim kapasitesinde Mikro HES olarak isimlendirilen HES lisanslarının bu kadar geniş sayı aralığında olmasının nedeni ise halen üretimde yada yapım aşamasında olan HES’ler için şirketlerin, Su Kullanım Hakkı Anlaşması ile sahip oldukları dere parçasının dışında yan vadilerdeki ne kadar kılcal dereyi ya da yeraltı sularını kendi santrallerine akıttıklarının tespit edilememesidir.3 Planlanan HES projelerinin 700’e yakını Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yer almaktadır.4
 
Ekolojik Etkiler

Akarsular, doğanın damarlarıdır; dağlarda, ovalarda, özgürce dolanırlar. Özgür akarken bütün doğaya can verirler. Dolayısıyla, suyun doğal döngüsünün bozulmadan devam etmesi ekosistemin bütünlüğü ve doğayla dost tarımsal üretim için bir zorunluluktur. İnsan ve diğer tüm canlıların yaşam alanlarını suya göre belirledikleri unutulmamalıdır.
 
Çiftçiler, arı olmazsa meyve ve sebzelerin meyve bağlamayacağını, solucanlar olmazsa toprağın kendini yeniden üretemeyeceğini dolayısıyla yaşama, üremeye analık edemeyeceğini bilirler. Fareler olmazsa toprağın havasız kalacağını, yılan olmazsa etrafı farelerin basacağını, leylekler olmazsa yılanların daha da çoğalacağını, domuz olmazsa ormanların devamının sağlayamayacağının farkındadırlar. Tarla kuşları ise, bitkilerin özsuyunu emerek kurumalarına neden olan yaprak bitlerini yiyerek besin elde eden uğur böceklerini yiyerek hayatta kalır. Tarla kuşlarını da yırtıcı etçil kanatlılar yer. Bu gıda zinciri böyle devam eder. Doğadaki bu sonsuz zincirin halkalarından daha bir çok örnekler verilebilir. İşte yaşamı var eden ve dengede tutan bu sonsuz zincirin halkalarını oluşturan canlılar susuz yaşayamaz. Bu doğal zincirden tek bir canlı türünün bile kopması, tüm halkanın bağlı olduğu yaşamların ve doğal oluşumların yok oluşuna neden olur.

Ramsar Sözleşmesi, özellikle su kuşlarının yaşama ve üreme alanları için büyük öneme sahip olan sulak alanların korunmasını öngörmektedir. Sözleşmenin ana amacı “sulak alanların ekonomik, kültürel, bilimsel ve rekreasyonel olarak büyük bir kaynak teşkil ettiği ve kaybedilmeleri halinde bir daha geri getirilmeyeceği” olarak belirtilmektedir.

T.C. Anayasası, 56. Madde: Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.

Toprak Canlıları

Toprak, üretime beşik olabilmek için suya ihtiyaç duyar. Üretimin beşiği olan toprak, sadece kum ve kilden oluşan bir yapı değildir. Toprağı toprak yapan içinde yaşayan canlılardır. Bitkinin yetişebilmesi için gerekli tüm besinlerin kaynağı topraktadır. Bir gram toprakta yaklaşık 600 milyon bakteri, 400 milyon maya, 100 bin yosun hücresi vardır. Bir hektar tarım arazisinin en üst 15 cm kalınlığındaki katmanında 20 bin kilogram mikroorganizma vardır. Buna ek olarak 370 kg tek hücreli canlı, 50 kilo ipliksi solucan (Nematomorpha), 10 kilo kuyrukla sıçrayan (Collembola), 15 kilo halkalı solucan (Polychaeta), 50 kilo kırkayak (Myriapoda), 17 kilo böcek ve örümcek, 40 kilo yumuşakça (Aplacophora) ve inanması güç fakat 4000 kilo solucan (Lumbricidae) bulunur.5

Doğal ekosistemin sürdürülebilmesi için makro ve mikro besinler kadar gerekli olan böcekler, solucanlar, bakteriler, mantarlar ve mikroorganizmalar da topraktaki faunanın temel unsurları arasında bulunurlar. Atmosfer azotunu sabitleyen, topraktaki organik maddelerin parçalanmasını sağlayan, bitki hastalıklarını ve topraktaki patojenleri baskılayan, organik besinlerin bitkilerce kolayca özümlenebilmesine yardım eden, pestisitlerin toksik etkilerini yok eden, bitki gelişimini teşvik eden vitamin, hormon ve enzim gibi biyoaktif maddeler üreten, ayrıca toprağın nem-sıcaklık-havalanma dengesini sağlayan toprağın değişim ve gelişiminde aktif rol oynarlar.6-7

Çiftçilerin toprağa saçtığı tohumlar, tohumdan çıkan ve bize ürün veren bitkinin yaşamsal ihtiyacı olan temel besinlerin hepsi, topraktaki bu canlıların yaşayabilmeleri için sürdürdükleri çaba sonucunda toprağa bıraktıkları maddeler sayesinde gerçekleşir. Bu canlıların topraktaki azlığı veya çokluğu, tarımsal verimliliğin azlığını ve fazlalığını doğrudan belirler. İşte toprak altında yaşayan bu canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için de kaliteli ve yeterli suya ihtiyaçları vardır.

2872 sayılı Çevre Kanunu, Madde 1: Bu kanunun amacı, bütün canlıların ortak varlığı olan çevrenin, sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda korunmasını sağlamaktır.

Ekolojik Döngü ve Can suyu

Kurulacak HES’ler ile birlikte sular boruların ve tünellerin içine hapsedildiğinde, can suyu adı altında bırakılacak su, ekolojik döngü için yeterli olmayacaktır. Su Kullanım Hakkı Anlaşması çerçevesinde suyun %90’ının şirketlerin kullanımına tahsis edildiği dikkate alındığında, can suyu adı altında doğada kalan %10 suyun mevcut doğal dengeyi tamamen bozacağı açıktır.

TMMOB’nin HES Raporu’nda belirtildiği üzere, “HES projelerine izin verilirken derelerin çevreyle ilgili ihtiyaç debisi saptanmamaktadır. Su Kullanım Hakkına Dair Yönetmelikle son 10 yılın debi ortalamasının %10’u can suyu olarak kabul edilmiştir. Can suyu sadece balıklar için belirlenen bir miktar su olup, bunun dışında sulak alan olan vadinin kendine has sulak alan ekosistemi için de ayrıca ekolojik ihtiyaç debisi belirlenmemektedir. Bu durum, HES yapılması planlanan alanların doğal ekosistemine, peyzaj özelliklerine zarar verecek, tamamı orman olan alanların ekolojik yapısını değiştirecek, gerek alanın tümü açısından geniş çaplı inşaatlar, hafriyatlar, dinamit atımları sebebiyle, toz gürültüye sebep olacak, gerek alanda bulunan orman, orman altı bitki ve diğer floraya ve keza bu alanda zengin çeşitlilik gösteren her türden faunaya ciddi olumsuz etkilere sebep olacaktır.”8 Yani akarsu yatağındaki suyun can suyuna dönüştürülmesi, suyla doğrudan bağlantılı olan bütün bu flora ve faunanın yaşamını tehdit edecektir.

Regülâtör sonrası nehir sisteminin akış hızındaki değişimlerin biyolojik yaşama ve çeşitliliğe olan etkileri çok önemli bir unsurdur. Suyun doğal akışı içerisinde yatağından akmaması sonucunda suyu veren havzada çevre/ekosistem kalitesinde önemli bir bozulmanın ve değişimin meydana gelmesi kaçınılmaz olacaktır.9

Ayrıca altı ayrı iklimi olan, jeolojik ve topografik özellik gösteren ve buna bağlı birçok mikro klimaya sahip yurdumuzda her klima için ayrı bilimsel çalışma yapılması gerekir.

Kanalizasyon, sanayi atıkları, kimyasal gübre ve ilaç atıkları

Akarsularımızın kanalizasyon, sanayi atıkları, tarımda kullanılan kimyasal gübre ve ilaçlar ile kullanılamaz hale getirildiği bilinmektedir. TÜİK’in verilerine göre ülkemizde 2006 yılında 3225 belediyenin 2321’inin kanalizasyon şebekesi vardır ve yalnızca 362’sinde arıtma tesisi bulunmaktadır. Yani her on belediyeden sadece birinde arıtma tesisi bulunmaktadır. Gerek bu belediyeler, gerekse belde ve köyler atık sularını derelere, göllere ve denizlere vermektedir. Kanalizasyon suları pek çok zararlı bakteri, tuz ve iyonlar içermektedir. Akarsular normal debilerinde aktıklarında çoğu zaman fark edilmeyen bu atıklar, o atıkları parçalayacak mikro canlıların yaşayacağı su dere yatağında olmayacağı için artık o yatakta su değil, atık su akacaktır10.

Madenciler temiz suyu kullanmakta ve kirlettikten sonra doğaya bırakmaktadırlar. Bırakılan bu atık sular yer altı ve yerüstü sularına karışmaktadır. Çiftçilerin kullanacağı bu su ile toprak, hayvan ve bitkiler zarar görecektir.

2872 sayılı Çevre Kanunu, Madde 28: Çevreyi kirletenler ve çevreye zarar verenler sebep oldukları kirlenme ve bozulmadan doğan zararlardan dolayı kusur şartı aranmaksızın sorumludurlar. Kirletenin, meydana gelen zararlardan ötürü genel hükümlere göre de tazminat sorumluluğu saklıdır.

Bir başka konu ise uygulanan endüstriyel tarım modelinin toprak ile yer altı ve yerüstü sularına saldığı kimyasalların yarattığı kirliliktir. Yağmur suları ile kimyasal gübreler ve tarım ilaçlarının da dere yatağına ulaşması ile derelerde akacak suların neden olacağı tehlike daha da artacaktır.

Arıtmasını çalıştırmayan sanayi tesislerinin kimyasal atıklarının da bu tehlikeli suya karışması ile kirlilik boyutu çok daha fazla artacaktır. Can suyunu su olmaktan çıkaran bu atıklar, akarsu yatağını artık bulaşıcı hastalıkları yayan tehlikeli bir merkez haline getirecektir.

T.C. Anayasası, 56. Madde: Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.
 
Çiftçi tarlasını en basit yöntemle, suya attığı bir boru ve pancar motoru yardımıyla sulamaktadır. Atık su haline getirilerek tehlikeli bir boyut kazanmış sıvıyla tarlanın sulanması, hem tarla topraklarının kirlenmesine hem de halkın sağlığını bozacak ürünlerin yetiştirilmesine yol açacaktır. Bu suyla beslenen yer altı sularının da kirliliği artacak, bu suyla tarlasını sulayan çiftçilerin tarlaları ve ürünleri de aynı tehlike ile karşı karşıya kalacaktır.
 
2872 sayılı Çevre Kanunu, Madde 9-h: Ülkenin deniz, yeraltı ve yerüstü su kaynaklarının ve su ürünleri istihsal alanlarının korunarak kullanılmasının sağlanması ve kirlenmeye karşı korunması esastır. Atık su yönetimi ile ilgili politikaların oluşturulması ve koordinasyonunun sağlanması Bakanlığın sorumluluğundadır. Su ürünleri istihsal alanları ile ilgili alıcı ortam standartları Tarım ve Köyişleri Bakanlığınca belirlenir […] Alıcı su ortamlarına atık su deşarjlarına ilişkin usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.

Tarımsal Üretime Etkileri

Tarım, bitkisel üretim ve hayvan yetiştiriciliğinin birlikte yapıldığı işin adıdır ve tarım için su vazgeçilmezdir.

Endüstriyel tarıma göre yapılan hesaplamalarda bir kg sığır etinin oluşması için 15.500 litre yani 15,5 ton su gereklidir. Yaklaşık 300 kg et taşıyan bir hayvan için 4.650 ton su gerekir. Bitkisel üretimde bir kg arpanın yetiştirilmesi için yaklaşık 1.300 litre (1,3 ton), bir kg buğday için 1.300 litre (1,3 ton), bir kg mısır için 900 litre (0,9 ton), bir kg soya için 1.800 litre (1,8 ton), bir kg darı için 5.000 litre (5 ton), bir kg sorgum için ise 2.800 litre (2,8 ton) suya ihtiyaç duyar.11
 
Bu rakamlar yüksek oranda kimyasal ve ona bağlı su tüketimine ihtiyaç duyan endüstriyel tarım uygulamalarına dair rakamlar olsa da, bilge köylü tarımı12 ilkeleriyle yapılan ekolojik tarım için de, su kullanımı gereklidir. Öyle ki, bitkiler ancak suyu özümsemek suretiyle fotosentez yapıp güneş enerjisini insan ve hayvan gıdası haline dönüştürebilirler. Dolayısıyla su, bitkisel üretimin doğasında yer alır. Hayvanların yaşamı da diğer canlılar gibi suya bağlıdır.
 
HES’lerle boruların içine alınacak ve ancak %10’u bırakılacak su ile hayvan yetiştiricilerine ve bitkisel üretime yeterli suyun kalmayacağı bir gerçekliktir. Çünkü kimi akarsular neredeyse kaynağından denize döküldüğü yere kadar HES borularının içine girecektir. Bu durumda çiftçiler, tarlaları ve bahçeleri için gerekli olan suyu bulamaz hale gelecek ve hayvanını su için dereye götürdüğünde kuru bir dere yatağı ile karşılaşacaktır. Çiftçilerin sayaç takılı musluklardan para karşılığı sadece bir inek için bile su sağlaması olanaksızlaşacaktır. Mevcut durumda bile maliyetler nedeniyle çiftçiler hayvancılık yapamaz duruma gelmiş ve ülkemizdeki hayvan sayısı çok hızlı bir şekilde azalmışken, derelerde su bulamayan çiftçilerin sayaç bağlı muslukla bir ineğin bile su tüketim ücretini karşılayabilmeleri imkansızdır.13

Suyun tarımsal üretimde verimi %100-400 arasında arttırdığı ve artan nüfusu beslemek amacıyla suyun tarımda kullanımının önemi dikkate alındığında suya erişim, enerji üretme bahanesi ile şirketlere bırakılamayacak kadar önemli bir konudur.

Suyun su/enerji şirketleri tarafından topraktan koparılması/buluşturulmaması, çiftçiler yoksullaşacaktır. Ovadaki nehrin veya derenin suyu ile yılda iki ürün alan çiftçi, su borulara hapsedildiğinde iki yılda bir ürün alabilecektir. Suyun özgür akışına bağlı oluşan yağmur rejimi, borular ve tünellere hapsedilen sular nedeniyle değişeceğinden susuz alanlarda yapılan tarımsal üretimin verimliliği düşecektir. Dağların arasındaki vadi ve ovalardaki çiftçiler dört kat yoksullaşacak, sulu tarım alanları kıraç topraklara dönüşecek, üretim düşecek, insanlar (tüketiciler) gıdaya ulaşmak için daha fazla para ayırmak zorunda kalacak, gıdaya ulaşamayanlar açlık çekecek, ülke temel gıda maddeleri konusunda yeterliliğini yitirecek, dışa bağımlı olacaktır. Sonuç olarak, HES’lerin kurulmasıyla sadece çiftçiler yoksullaşmayacak, vatandaşların gıdaya erişimi de zorlaşacaktır. Yani sadece yoksulluk değil yoksunluk da yaşanacaktır.

Bilindiği üzere çay üreten ülkeler genellikle Ekvator kuşağında yer alır. Çay yetişmesine etki eden en önemli etken iklim ve topraktır. Yıllık sıcaklık ortalamasının 14 santigrat derecenin altına düşmemesi, toplam yıllık yağışın 2.000 mm’den az olmaması ve yağışın aylara göre düzenli olması, bağıl nem oranının ise en az %70 olması çay bitkisinin normal gelişimi için gerekli olan koşullardır.
Rize ve çevresi sahip olduğu mikroklimatik özellik nedeniyle Ekvator kuşağı dışında önemli ölçüde çay yetişebilen tek yerdir. Bölgede kar yağışı da gerçekleştiğinden çaylık alanlarımızda gerek toprakta gerekse bitkide hastalık ve zararlı görülmez, tarım ilacı kullanılmaz. Ekvator kuşağında yetiştirilen çaylık alanlarda ise bol miktarda tarım ilacı kullanılır.

Ülkemizde çay yetiştirilen Doğu Karadeniz Bölgesi’nde gerekli mikroklimatik bölgenin oluşmasında esen rüzgarın, bölgenin deniz kenarında oluşunun, denize paralel ve yakın konumda dik dağların bulunuşunun, doğal bitki örtüsünün (ormanların), derelerin ve yer altı sularının varlığının önemi çok büyüktür. Çay yetişebilen bu bölgede her bir akarsuyun üzerinde onlarca yirmilerce HES yapılması gündeme gelmiştir. Dolayısıyla mikroklimayı oluşturmada büyük katkısı olan ve zincirin halkalarından biri olan akan su döngüsü kırılmış olacaktır.

Rize özelinde ekonomik değere sahip yetişebilen tek bitkinin de çay olduğu dikkate alındığında, doğa tahribatı, bozulan mikroklimatik özellik, çay tarımını sona erdirecek, bölgede işsizlik yine en büyük sorun olacaktır.14

Erozyon

En verimli tarım toprakları, akarsuların taşıdığı toprak zerreciklerinin serilmesi yoluyla oluşur. Bu verimli topraklardan da, verimli ovalar ve deltalar meydana gelir. Erozyonun doğal bir biçimde gerçekleşmesi doğanın işleyişi ve devamlılığı için gereklidir. Doğanın kendi iç işleyişine dışarıdan müdahale ile gerçekleşen erozyon biçimi, erozyonu hızlandıracağı ve doğanın ihtiyacından fazlasını gerçekleştireceğinden risklidir.

Ayrıca akarsuların boruların ve tünellerin içine alınması sonucunda ovalara ve deltalara yeterli su gitmeyeceğinden, sadece can suyu salınmasına muhtaç kalan ovalar ve deltalara karşı deniz, üstünlüğü ele geçirir. Deniz, akarsu yatağından iç kısımlara doğru ilerler. Bu ilerleme sürecinde akarsuyun beslediği yer altı sularını da deniz suları beslemeye başlar. Böylece yer altı suları tuzlanır. Tuzlanan yeraltı suları kendilerini temizleyemez. Yer altı sularını kullanarak arazilerini sulayan çiftçiler aracılığıyla kilometrelerce uzağa götürülecek bu tuzlu sular toprakları tuzlandırır.

Politik Ekonomi

Su, önceleri sudan yararlananlar tarafından kolektif olarak yönetiliyordu. Daha sonra devlet, doğa ve toplum adına suyun yönetimini devraldı. Şimdilerde ise Türkiye’de hükümet suyun yönetimini, doğası gereği sadece kendi kârını düşünecek olan su/enerji şirketlerine vermede köprü görevi görmekte. Bu amaçla hükümet, hazırladığı bir dizi yasa ve yönetmelikle doğanın ve toplumun haklarını, su/enerji şirketlerine “sunmaktadır”.

Suyu para ile satacak olanlar ile “Su akar, Türk bakar” diyen su/enerji şirketlerinin destekçileri, parayı tanımayan ve kullanmayan, insanlara karşı hakkını savunamayacak olan fakat yaşamı suya bağlı olan canlı ve cansız varlıkları yok saymaktadırlar. Oysa görmezden gelinen/hesaba katılmayan bu canlı ve cansız varlıklar doğadaki verimliliği sağlarlar. Gezegenin devamlılığını sağlayan bu varlıkların değeri para ile ölçülemediğinden -değersiz olduğu için değil, değerine paha biçilemediği için- ne yazık ki, bir avuç su/enerji şirketinin sermaye birikimine feda edilmektedir. Bu varlıklar azaldığında veya tükenmeye yüz tuttuğunda, su/enerji şirketleri artık kazanç elde edememeye başlayacaklardır. Ancak o andan sonra bu varlıkların geri döndürülemeyecek şekilde yitmiş olduğu görülecektir. Kanımızca gözlerini para hırsı bürümüş olanların bugün göremediği budur.

a) Suyun Ticarileştirilmesi

Su, yaşamsal varlıkların en önemlisidir. İnsanoğlu tarafından üretilemediği gibi, alternatifi de yoktur. Bu nedenle su, tüm canlıların yaşama hakkı çerçevesinde kullanma hakkına sahip olduğu bir varlıktır. Yaşamsal varlıklar ticarete konu edilemez, edilmemelidir de. Ancak su/enerji şirketleri, “sağlıklı suya erişim, suyun ticari meta haline getirilmesiyle mümkündür” ve “su varlık değil, kaynaktır” diyerek, suyu dünya ölçeğinde ve ulusal düzeyde ticarete konu etme çabalarını sürdürüyorlar. Suyun özelleştirilmesi için çalışıyorlar. Sular özelleştirildiğinde yani boruların ve tünellerin içine alındığında suyun akışı, kullanma hakkına sahip olanlara doğru değil, para olup enerji/su şirketlerinin kasasına doğru akar.

Bu amaçla Dünya Su Konseyi, 1997′de Marakeş’te, 2000′de Lahey’de, 2003′te Kyoto’da, 2006′da Meksika’da ve 2009′da İstanbul’da olmak üzere beş defa Dünya Su Forumu düzenlemiştir. Dünya Su Konseyi’ne bağlı düzenlenen Dünya Su Forumu’nun misyonu şöyle özetlenebilir:15
Suyu fiyatlandırmak,

Uluslararası su havzaları yönetiminde işbirliğini geliştirmek (su havzalarını küresel yönetişime devretmek)
Sulu tarımın yaygınlaştırılmasını sınırlamak,

Depolamayı arttırmak,

Suyun üretkenliğini arttırmak,

Ekosistem ile ilgili işleri fiyatlandırmak,

Su kaynakları yönetim kurumlarını fiyatlandırmak.
 
Halen, dünyanın neredeyse tümünde suyun mülkiyetinin tamamına yakını kamu mülkiyetindedir ve kamu tarafından yürütülmektedir. Kamu, su hizmetinin Asya ülkelerinde %99, Afrika’da %97, Orta ve Doğu Avrupa ile Güney Amerika’da %96, Kuzey Amerika’da %95, Batı Avrupa’da %80’ini yönetmektedir. Dünya nüfusunun %5’inin kullandığı suyun yönetimi özelleşmiştir. Özel su piyasası oldukça dardır ama getirisi yüksektir. Dünya genelinde, özelleşmiş suyun yaptığı cironun, toplam dünya petrol cirosunun yarısından fazla olduğu iktisatçılar tarafından belirtilmiştir. Şehirlerde kamu tarafından yürütülen şebeke suyunun birim fiyatı ortalama olarak 1.5 TL civarında iken, şişelenmiş suyun birim fiyatı ise 500 TL civarındadır. Arada 333 kat gibi bir fark bulunmaktadır.16 Kamu ile su şirketleri tarafından yürütülen su hizmeti arasındaki fark bu verilerde açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu akıl almaz kazanç (sömürü), suyun ticari bir meta haline getirilmesi çalışmalarını hızlandırmıştır. Türkiye’de de bu alana su/enerji şirketlerinin yığınak yapması yaşamın olmazsa olmazı olan suyun üzerinde bir ablukanın oluşmasına neden olmuştur. Su ve çevre ile ilgili mevcut kanun ve yönetmeliklerin varlığında ilerleyemeyen su/enerji şirketleri çıkarttırdıkları yeni yasa ve yönetmeliklerle yol almaya çalışmaktadırlar. Mevcut yasa ve yönetmelikle ile su/enerji şirketleri hükümetlerin desteğinde suyu ele geçirmekte, bir tür “su korsanlığı” gerçekleştirilmektedir.
 
Çiftçi-SEN olarak kalkınma ve ekonomik gereklilik üzerine yapılan çalışmaları, yürütülen politikaları değil, doğanın devamlılığını esas alan üretim modellerini benimsemeyen bir kuruluşuz. Hükümetlerin kendi savunduğu politik, ekonomik ve sosyal görüşün bile yanlış olduğunun altını çizmek amacıyla Ilısu Baraj verilerini sizlerle paylaşmak istiyoruz: “Ilısu Baraj gölünün 6000 hektarı 1.ve 2. derece tarım alanı olan alan, su altında kalacaktır. Barajın 1.8 milyar Euro maliyetinin olacağı ve bunun 1.1 milyar Avro’sunun baraj ve hidroelektrik santral, kalanın yeniden yerleştirme, kamulaştırma ve alt yapı yatırımlarına gideceği öngörülmüştür. Tamamlandığında on binlerce kişinin evini ve toprağını terk etmesine neden olacaktır. Barajdan ötürü 53 köy, 14 mezra ve Hasankeyf kasabası, 112 km. enerji hattı, 120 km köy yolu, 148 km. devlet yolu ve 5.575 m. demiryolu yenilenecektir. Yeniden yerleşimin maliyeti, baraj ve HES kazancından fazla olacaktır.”17
 
Hükümetin ve şirketlerin yaklaşımı çerçevesinde, ‘kalkınma ve ekonomik gereklilik’ adı altında sunulan bu projelerden elde edilecek faydanın, projenin yapımı ile neden olunacak zararlardan daha az olacağı, dolayısıyla ekonomik olmadığı açık bir biçimde görülmektedir. Bunun yanında, suyun yetersiz olmasından kaynaklanacak eksik üretimler kamu tarafından karşılanmaktadır. Bu husus kamuyu zarara sokmuştur. Bu zarar Sayıştay denetlemelerinde tespit edilmiştir. Sayıştay tarafından yapılan denetlemede, YİD (yap-işlet-devret) modeliyle yapılan 24 adet ve Yİ (yap-işlet) modeliyle yapılan 5 adet santral olmak üzere 29 santral için 4 yıl içerisinde 2,3 milyar ABD doları kamu zararı oluştuğu belirtilmektedir. Buna karşılık, şirketler kendisini beş-on senede amorti edecek işletmeleri neredeyse elli yıl hiç masraf yapmadan çalıştırabileceklerdir.

Peki, tüm canlıların kullanma hakkına sahip olduğu suyun Türkiye’de kurulan/inşa edilen ve inşa edilecek olan HES’ler ile su/enerji şirketlerine devredilmesi söz konusu şirketlere ne gibi ayrıcalıklı kazançları sağlamaktadır:
HES’lerden üretilecek enerji 25-30 yıllığına devlet alım garantilidir. Yani HES yapımcısı su/enerji şirketleri imtiyazlı şirketler olmaktadır.

Su, HES yapımcısı su/enerji şirketlerine enerji üretimi için 49 yıllığına verilmektedir. Ayrıca HES yapımcısı şirketlere suyu su olarak satma hakkı da tanınmaktadır.

Devlet, HES yapımcısı şirketin istemesi halinde çevresindeki tarım arazilerini istimlak edebilecektir.
 
b) HES’lerin Tarım Politikalarına Yansımaları
 
Bilindiği üzere Türkiye’de her tarlanın sayısız mirasçısı olduğu ve dolayısıyla tarlalar çok parçalı olduğu için, tarla satın almak kolay değildir. Hele yan yana tarla almak ve bu yolla büyük ölçekli tarlalara sahip olmak Türkiye’de neredeyse imkansızdır. Ancak devlet tarafından istimlâk edilmesi halinde tarlaların ölçeği büyüyebilir.
 
Suyun geçtiği alanların verimli araziler ve kolaylıkla sulanabilen araziler olduğu bilinen bir gerçektir. HES için ruhsat aldıktan sonra devlet eliyle toprakları “istimlak ettirip” şirketin uhdesine alabilecek olan şirket sahipleri, bu topraklarda tarımsal üretim yapabilir. Tarımsal üretim için gerekli iklim ve verimli toprak unsurlarının birleştiği tarlalara su/enerji şirketlerinin sahip olması onların gıdaya kolayca egemen olmasını sağlar. Çiftçilerin üretim araçları olan toprakları ellerinden alınır. Bu durum da çiftçileri kendi toprağında işçileştirir.
 
Son yıllarda toprakların istimlak edilmesinde ön plana çıkan bir uygulama acele kamulaştırmadır. Acele kamulaştırma, 1939 yılında 2.Dünya Savaşı arifesinde savaş hazırlığı içinde çıkartılan Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’na göre yapılan bir idari işlemdir. Fakat, sadece savaş halinde Bakanlar Kurulu’na tanınan istisnai bir uygulama olan Acele Kamulaştırma yöntemi bir süredir her türlü kirli yatırım için devreye sokuluyor. 2004 yılında bu yetki hiçbir yasal dayanağı olmadan Bakanlar Kurulu tarafından EPDK’ya (dolaylı olarak şirketlere) devredilmiştir. Yani savaş halinde tanınan el koyma yetkisi şu anda şirketler tarafından doğrudan kullanılıyor. Sermaye çıkarı ile kamu yararı aynı anlamda kullanılmaya çalışılıyor. Türkiye coğrafyası su, enerji, maden şirketlerinin açık, denetimsiz, doğrudan işgali altındadır. Böyle bir durumda, çiftçilere ait olan evlere, tarlalara HES ya da altın şirketleri adına el konulduğuna dair bir karar kendilerine her an tebliğ edilebiliyor. Ya da çiftçilerin haberi bile olmadan muhtara yapılan tebligatla köy, şirketlere satılmış olabiliyor.18
 
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu, Madde 27:  3634 Sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleciliğine Bakanlar Kurulunca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 10. madde esasları dairesinde ve 15. madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal sahibi adına 10. maddeye göre yapılacak davetiye ve ilanda belirtilen bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabilir.
 
Şirketlerin yararına çıkarılan 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu HES’lerin tarıma politikalarına nasıl yansıdığına dair önemli bir örnektir. Tarım topraklarının korunması ve uygun kullanılması amacıyla Temmuz 2005’te çıkarılan 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nda 2008 yılında 5751 sayılı kanunla yapılan değişiklikle ve yenilenebilir enerji kaynak alanlarının kullanımı ile ilgili yatırımlar için Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunun talebi üzerine 20/2/2001 tarihli ve 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu uyarınca yapılan değişikler nedeniyle artık tarım toprakları korunamayacaktır. Bu değişikliğe göre “mutlak tarım arazileri, özel ürün arazileri, dikili tarım arazileri ile sulu tarım arazileri tarımsal üretim amacı dışında kullanılamaz. Ancak, alternatif alan bulunmaması ve Kurulun uygun görmesi şartıyla Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunun talebi üzerine 20/2/2001 tarihli ve 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu uyarınca yenilenebilir enerji kaynak alanlarının kullanımı ile ilgili yatırımları için bu arazilerin amaç dışı kullanım taleplerine, toprak koruma projelerine uyulması kaydı ile Bakanlık tarafından izin verilebilir.”
 
Ayrıca, asıl amacı meralarımızın korunması olan 4342 sayılı Mera Kanunu’nda yapılan değişiklikle ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunun talebi üzerine düzenlenen 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu hükümlerine göre elektrik faaliyetleri için ihtiyaç duyulan alanlar için artık meralarımız da korunmayacaktır. Su/enerji şirketleri meralara da, tarım arazilerinde olduğu gibi yapılan bu yasa değişikliği ile kolayca sahip olabileceklerdir.
  
Yaşam savunucuları, suyun yaşama hakkını savunurken aynı zamanda kâr hırsı ile yanıp tutuşan su/enerji şirketleri ile onların destekçisi olan hükümetlere karşı mücadele etmek zorunda kalmaktadır. Hükümet yetkilileri ve su/enerji şirketlerinin söylemleriyle yaşamın gerçekleri arasındaki makas kapanmayacak derecede açılmaktadır. Bu nedenle su konusu, resmi devlet ve su/enerji şirketleri bir tarafta, yaşam savunucularının haklı olarak diğer bir tarafta yer aldığı bir mücadeleye sahne olmaktadır. Başka bir deyişle, yaşamı savunanlar bir tarafta, suların boruların ve tünellerin içine alınarak su/enerji şirketlerinin kasasına para olarak akmasını savunanlar diğer tarafta yer almaktadır. Bu yaman çelişki kırsalda çetin bir mücadelenin oluşmasına neden olmaktadır.
 
Yaşam hakkını savunan halk, su/enerji şirketlerine karşı demokratik hak arama mücadelesi ile birlikte hukuk mücadelesi de vermektedir. Birçok HES yapımını yargıya taşınmaktadır. Mahkemeler birçok yörede HES’lerin durdurulması doğrultusunda kararlar almaktadır. Ancak alınan mahkeme kararlarını uygulamakla görevli hükümetler bu görevini yerine getirmekten imtina etmektedir. Güvenlik güçleri mahkeme kararlarını uygulamak yerine, mahkeme kararlarının uygulanmasını isteyen halkı HES alanlarından uzak tutmaya çalışmaktadır. Bu durum, halkın adalet ve güven duygusunu zedelemekte, psikolojik sorunlar yaşamasına neden olmaktadır. Bunların yanında, valiler ve kaymakamlar yanlarına emniyet müdürlerini, jandarma komutanlarını alarak muhtarları ve yörenin ileri gelenlerini ikna etme turlarına çıkabilmektedir.
 
2872 sayılı Çevre Kanunu, Madde 30: Çevreyi kirleten veya bozan bir faaliyetten zarar gören veya haberdar olan herkes ilgili mercilere başvurarak faaliyetle ilgili gerekli önlemlerin alınmasını veya faaliyetin durdurulmasını isteyebilir.
 
Hiçbir dönemde Türkiye’de halk ile resmi devlet bu kadar aleni bir biçimde ayrı yerlere düşmemiştir. Bu durum Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporlarının oluşturulmasında da yaşanmaktadır. HES’lerin yapılacağı yörede yaşayanların katılımıyla hazırlanacak Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporlarında yöre halkının kararına saygılı davranılması, projelerin halka rağmen yapılmaması ve mahkemelerin verdiği kararlardan sonra su/enerji şirketleri ile hükümetin ısrarlarını sürdürmemesi demokratik ve hukuk temayüller bakımından önemlidir. Fakat bu konuda yürütülen ısrar, halk ile güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmektedir.
 
“Çevresel Etki Değerlendirme” (ÇED) çalışması; önerilen tesisisin ve sürecin proje yöresindeki çevre ve sosyal yapı üzerindeki etkilerini ortaya koyan ve etkileri en aza indirgemeyi hedefleyen teknik bir çalışmadır.
 
“Türkiye’de ÇED raporları hazırlanması belirli yetkiye sahip olan şirketlere verilmektedir. ÇED yeterlilikleri Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından sürekli izlenmektedir. Ancak bu arada herhangi bir HES projesi için yeterlilik belgesine sahip ÇED raporu şartı aranmamaktadır. Bu durum ÇED sürecine altlık oluşturan projelerin doğruluğunun sorgulanmasını gerektirmektedir.
 
Bölge açısından oldukça önemli ÇED raporları proje yerinde inceleme yapılmadan masa başında oluşturulabilmektedir. ÇED raporları sadece dosyada olması gereken bir doküman olarak değerlendirilmemeli tüm hidroelektrik santraller için gerçek anlamıyla uygulanmalıdır.”19
 
HES’lerin maddi getirileri hakkında bizler sürekli bilgi bombardımanına tutulurken, çiftçinin ve doğanın uğradığı kayıpları asla hesaba katmayan su/enerji şirketleri ve destekçilerine karşı Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (ÇİFTÇİ-SEN) öncelikle suyun yaşama hakkını savunur. Ürüne su bulmayı-taşımayı değil, yağış rejimine uygun bitki üretimi ve hayvan yetiştiriciliğini benimser.
Su, serbestçe alınıp satılabilecek özel bir mülk olamaz. Tüm canlıların doğal hakkı olan su ortakça kullanılmalıdır. Su kullanılabilir ama ona sahip olunamaz.
 
ÇİFTÇİ-SEN;
 
Suya bağlı yaşayan tüm canlıların suyu kullanma hakkı korunamayacağı için,
HES’ler tarımsal üretimi azaltacağı ve çiftçilere yoksulluk ve yoksunluk getireceği için,
Tüm olumsuzluklara rağmen tarımsal üretimini devam ettirmeye çalışan çiftçinin durumu, kullanım hakkı su/enerji şirketlerine verilen sudan bahçesinde, tarlasında yararlanamayacağı, hayvanını sulayamayacağı için daha da zorlaşacağı için,

Hayvansal üretim için gerekli olan meralar, bitkisel üretim için gerekli olan tarım arazileri tahrip edileceği veya istimlak yoluyla çiftçilerin elinden alınacağı için,

Boruların veya tünellerin içine alınacak sular nedeniyle yer altı suyu yeterince beslenemeyeceği, iklim değişeceği, buna bağlı olarak tarım arazilerindeki nemin azalacağı ve verimliliğe büyük katkısı olan yaban hayat ile toprak canlıları yaşayamayacağı için, yaşam savunucularıyla birlikte mücadelesini sürdürecektir.
 
Unutulmamalıdır ki;
 
Doğaya verilen zarar parayla giderilemez!
Doğaya verilen zararın geri dönüşü olmaz!
 
Abdullah Aysu Çiftçi-Sen  Genel Başkanı
Ali Bülent Erdem  Çiftçi-Sen Genel Sekreteri

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları