loading
close
SON DAKİKALAR

Engels 199 yaşında!

Engels 199 yaşında!
Tarih: 28.11.2019 - 07:00
Kategori: Yaşam

28 Ekim 1820’de Almanya’da doğan Friedrich Engels bugün 199 yaşında.

Friedrich Engels 28 Kasım 1820’de Prusya’nın Ren eyaletindeki Barmen kentinde doğdu. Babası oldukça muhafazakâr ve ailesine karşı despot bir fabrikatördü. Fakat Engels daha küçük yaştan itibaren dindar ve despot babasıyla ters düşecek ve kendisine çizilen sınırları parçalayacaktı. Babası Engels’in okumaya olan yoğun ilgisi karşısında dehşete düşüyordu; ona göre okuduğu kitaplar oğlunun ruhunu zehirliyor ve kötü yola sokuyordu. Baba, tüm çabasına rağmen Engels’in üzerinde gerekli otoriteyi kuramamıştı. Karısına yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Ama bana öyle geliyor ki, geçmişteki şiddetli dayaklar ve her an dayak yeme olasılığı bile, ona tam bir itaati öğretmemiş.” Aileye göre Engels, bir türlü dizginlenemeyen “korkunç bir ördek yavrusu” veya “karakeçi”den başka bir şey değildi. Nitekim daha lise bitmeden okuldan alınan ve ticaretle uğraşması için babasının fabrikasına gönderilen Engels durdurulamadı. Şiir yazan, lisanlara merak salan, resimde, karikatürde ve müzikte oldukça başarılı olan Engels, Eleanor Marx’ın deyimiyle bir “ördek yavrusu” değil, gerçekte bir “kuğu kuşu” idi.

Marx ve Engels her alanda büyük toplumsal dönüşümlerin çağa damgasını bastığı bir dünyaya gözlerini açtılar. Burjuva devrimleri tüm Avrupa’yı sarsıyordu. Bununla birlikte, o güne kadar burjuvazinin peşinden giderek ateşteki kestaneleri onun için alan işçi sınıfı, giderek bağımsız bir çizgi izlemeye başlıyor ve gerçek düşmanla, yani kapitalistler sınıfı ile karşı karşıya geliyordu. Fransa’daki 1830 devrimini, 1831 Lyon işçi ayaklanmaları ve 1838’de İngiliz işçilerinin Chartist hareketi izledi. Bu gelişmeler onlarca küçük devlete bölünmüş Almanya’nın aydınları tarafından yakından izleniyordu. Almanya’nın birliği, arkaik ilişkilerin tasfiyesi ve burjuva devrimi sorunları sürekli bir tartışma konusuydu. Engels bu tartışmalara devrimci demokrat ve sol Hegelci olarak katıldı. O ezilenlerin yanında yer alan bir isyancı, Prusya despotizminin ve soyluların ise düşmanıydı: “Prenslerin hak etikleri şey, bir gün gelip saray pencerelerinin devrim taşları ile parça parça edilmesidir.”

Henüz 19 yaşında, F. Oswald takma adıyla yazdığı yazılarla bir efsane haline gelmişti adeta. Kimse, Berlin Üniversitesinin profesörlerini yerin dibine geçiren ve onların düşüncelerini çürüten bu keskin zekâlı yazarın Engels olabileceğini tahmin etmiyordu. Engels, yoğun olarak Hegel’in eserlerini ve onun Tarih Felsefesi’ni okuyordu ve fakat kendi deyimiyle bir türlü “müzmin bir Hegelci” olamıyordu. Çünkü Hegel’in felsefesi ya da felsefi mirası, bağrında büyük bir çelişki barındırıyordu. Bir yandan Hegel’in kurduğu felsefi sistem ile yetkin biçimde geliştirdiği diyalektik yöntem özde bağdaşmıyordu, diğer yandan bu felsefede tüm varlık gayri maddi, yani idealist bir temele oturtuluyordu. Hegel’e göre her şey mutlak ruhtan türüyor, açılıp serpiliyor ve ona dönüyordu. Henüz birbirlerini tanımayan Marx ve Engels, Hegel felsefesinin bu çelişkili ve idealist yanını hemen fark etmişlerdi. Ludwig Feuerbach’ın Hegel’i eleştirmesi ve bu eleştiride materyalist temellere dayanması Marx ve Engels’i oldukça etkilemiş ve onlara yeni bir ufuk açmıştı. Kısa bir süre sonra Marx ve Engels, bu felsefi öncüllerden hareketle, Marksizmin felsefi temelini oluşturan diyalektik materyalist yöntemi geliştireceklerdi.

Engels, 1842’nin sonbaharında İngiltere’ye gitti. Babası Manchester’daki dokuma fabrikasında ticaret üzerine uzmanlaşmasını istemişti; lakin Engels bir ticaret adamı olmayacak, komünist görüşlere ulaşarak inançlı bir komünist olacaktı. İngiltere Engels’i dehşete düşürmüştü; işçi sınıfının betimlenmesi zor sefalet koşullarına bizzat tanıklık etti. Bir işçi kız olan sevgilisi İrlandalı Mary Burns ile işçi muhitlerini dolaşıyor, işçilerle konuşuyor ve bilgi topluyordu. Engels’in iki yıllık gözlem ve çalışmaları İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu ile bir ürüne dönüştü. Bu eserin en temel özelliği proletaryanın sefalet koşullarını tüm çıplaklığıyla betimlemesi değildi; onu ölümsüz kılan esas şey, işçi sınıfının acınacak bir sınıf olmadığını, kapitalist üretim tarzının işçi sınıfını zorunlu olarak mücadeleye ittiğini ve mücadele eden işçi sınıfının kendisiyle birlikte toplumu kurtaracağını ileri sürmesiydi.

Birbirlerinden bağımsız olarak komünist düşünceye ulaşan Marx ve Engels’in yolları 1844’te Paris’te kesişti. Bu iki genç insanın görüşleri tümüyle örtüşüyordu, ikisi de devrimci demokratlığı ve sol Hegelciliği terk ederek komünist olmuştu. Onların düşüncelerindeki bu birliktelik, ömür boyu, eşi benzeri olmayan bir yoldaşlık ilişkisinin de başlangıcı oldu. Şimdi yapılması gereken, sol Hegelcilerle ve kaba materyalistlerle hesaplaşmak, işçi sınıfı önderliğinde toplumsal devrim düşüncesini egemen kılmaktı. Bu ortak teorik savaşım kapsamında Kutsal Aile’yi ve bilahare Alman İdeolojisi’ni kaleme aldılar. Bu iki dev yapıt, tarihi büyük liderlerin eseri sayan ve işçi sınıfına tepeden bakan sol Hegelcilerle, diyalektik materyalist felsefeyi toplumsal alana uzatmayan ve dolayısıyla da Hegel’i aşamayan Feuerbach gibi filozofları hedef alıyordu.

Marx ve Engels Alman İdeolojisi’nde, hâkim üretim ilişkilerini ve toplumların sınıflara bölünmesinin nedenlerini, tarihin itici gücü olarak sınıflar mücadelesini ve kapitalist üretim tarzının işçi sınıfını bir devrime doğru ittiğini ana çizgileriyle ortaya koydular. Komünizmin koşullarının bizzat kapitalizm tarafından yaratıldığının altını çizen Marx ve Engels, daha o zaman, komünizmin yerel veya ulusal olamayacağını, aksi takdirde uluslararası kapitalizme karşı dar sınırlara sıkışan böylesi bir toplumda her türlü pislikle birlikte açlık ve yoksulluğun geri döneceğini ve nihayetinde yıkılmaktan kurtulamayacağını belirtiyorlardı. Meselenin diğer bir boyutu da felsefeydi. Marx ve Engels’e göre insanın bilincini ve toplumsal ilişkilerini belirleyen şey, onun yaşamını üretme biçimidir; dolayısıyla da bir toplumdaki tüm düşünceleri ve kültürel yapıları son tahlilde belirleyen, o günün verili üretim tarzından başkası değildir. Bu tarihi materyalist yöntem, onların yukarıda ifade edilen düşüncelere ulaşmasını sağlamıştı; böylece Hegel’de baş aşağı duran, Feuerbach’ta toplumsal boyutu göz ardı edilen felsefe ayakları üzerine dikildi.

Marx ve Engels, toplumsal devrimin teorik temellerini ortaya koyduktan sonra, tez elden, işçi hareketiyle ilişkilerini derinleştirdiler ve devrimde işçi sınıfına önderlik edecek bir komünist örgütlenmenin inşasına giriştiler. Bu amaçla, o dönemde öncü işçileri ve komünistleri bünyesinde toplayan Alman İşçi Eğitim Derneği’ne ve Adalet Birliği’ne girdiler. Ancak bu dönemde dağınık bir manzara çizen komünist hareket üzerinde, genel olarak ütopik ve Hıristiyan sosyalizmi ya da Blanqui komploculuğu egemendi. Bir terzi olan Weitling, Hıristiyanlık yağına bulanmış soyut insanlık ve insan sevgisini komünizm olarak sunarken, Proudhon, işçilere toplumsal devrim yerine kooperatifler kurarak kurtuluşu öneriyordu. Marx ve Engels tüm bu saçmalıklara şiddetle saldırdılar; bir komünist örgütün yaratılması için derhal merkezi bir kongre yapılmasını ve temizliğe gidilmesini savundular. Bunun üzerine, Avrupa’nın çeşitli yerlerindeki şubelerinden gelen delegelerle Birliğin kongresi Haziran 1847’de toplandı.

Paris’te yaşayan ve parası olmadığı için kongreye katılamayan Marx’ı da Engels temsil etti. Kongreye Marx ve Engels’in düşünceleri damgasını basmıştı; kongre, Adalet Birliğinin adını Komünistler Birliği ve “Bütün İnsanlar Kardeştir” şiarını da Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin şiarıyla değiştiriyordu. Kongre, amacının, burjuvaziyi devirerek proletaryanın egemenliğini sağlamak ve sınıfsız bir toplum kurmak olduğunu ilan ediyordu. Birliğin kongresi Kasım ayında ikinci kez toplandı; Marx ve Engels’in savunduğu ilke ve görüşler oy birliği ile kabul edildi ve işçi sınıfının bu iki genç önderine Parti Manifestosunu kaleme alma görevi verildi. Bu kongrelerin tarihsel ehemmiyeti, Marksizmin tarih sahnesine çıkması ve işçi sınıfı içinde örgütlü bir yapı haline gelmeye doğru ilk adımlarını atmaya başlamasıydı. Komünist Parti Manifestosu Şubat 1848’de Londra’da yayınlandı. Burjuvazinin yükselen komünist hareketten ne denli korktuğunu belirtmek için, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor-komünizm hayaleti” diye başlayan bu küçük broşür gerçekten de dünyaya Marksizmi ve işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşını resmen ilan ediyordu. Pek bilinmez ama Manifesto’nun isim babası Engels’tir; o, “Amentü” yerine doğrudan Komünist Parti Manifestosu ismini önermiş ve hatta bugün Komünizmin İlkeleri olarak bilinen metni de kaleme almıştı. Geçen onlarca yıla rağmen içeriği hemen hiç eskimeyen Manifesto, İncil’den sonra dünyanın tüm dillerine çevrilen ve dünyada en çok basılan ikinci kitap unvanına sahiptir.

İşçi sınıfının generali

Marx ve Engels Manifesto’da şunu ilan etmişlerdi: “Bugün burjuvaziyle karşı karşıya gelen bütün sınıflar arasında gerçekten devrimci olan biricik sınıf proletaryadır.” Bu fevkalâde tarihsel tespit çok değil, sadece birkaç hafta sonra, Şubat 1848’de Fransa’da başlayan ve Avrupa’yı saran devrimlerle doğrulanmış oldu. 1848 devrimleri henüz başlamadan önce Marx Belçika’dan Paris’e sürüldü ve babasının işlerini çoktandır terk etmiş bulunan Engels de onun peşi sıra geldi. Ancak çok geçmeden devrim ateşi Almanya’ya düştü ve bu iki yoldaş, Birliğin Avrupa’daki 400 üyesiyle birlikte gizlice Almanya’ya gitti. Hedefleri Komünistler Birliğini işçi sınıfı içinde kök salacak bir partiye dönüştürmek, devrimde işçi sınıfının bağımsız sınıf siyasetini egemen kılmaktı. Kaleme alınan Almanya’da Komünist Partisinin Talepleri adlı broşür bu hedefleri ortaya koyuyordu.

Marx ve Engels, bir taraftan örgütlenme sorunu ile boğuşurken, öte yandan da işçi sınıfının tümüne ulaşacak ve devrimde onun politik istemlerini dile getirecek günlük bir gazete çıkartmaya uğraşıyorlardı. Lakin gazete çıkartabilmek için para gerekiyordu ve Engels bu işi üzerine almıştı. Engels, para bulabilmek için, burjuvazinin krallığa ve soyluluğa karşı daha devrimci ve ilerici kesimleri ile demokratik küçük-burjuvazi arasından gazeteye hisse ortağı bulmaya çalıştı, fakat tüm çabaları başarısızlıkla sonuçlandı. Engels, Marx’a yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Radikal burjuvazi bile bizi gelecekteki düşmanları olarak görüyor ve kısa süre sonra kendilerine çevireceğimiz bir silahı şimdiden elimize vermek istemiyor.” Esasında bu sözler, burjuvazinin devrimde neden kaypak ve ödlek bir tutum takındığını da özetlemektedir. 1848 devrimlerinin en çarpıcı özelliği, başlayan devrimin burjuva sınırlarda durmayacağı gerçeğiydi.

Bütün Avrupa’da, burjuvazi bir işçi devriminden korktuğu için demokratik devrimi ilerletmemiş ve işçi sınıfına karşı soylularla işbirliği yaparak kendi devrimine ihanet etmişti. Böylece 1848 devrimleriyle birlikte burjuvazi devrimci barutunu tüketerek gericileşmiş ve demokratik devrimin görevlerinin çözülmesi sorunu da proleter devrimin meselesi haline gelmişti.

Tüm zorluklara karşın çıkardıkları –Lenin’in “devrimci proletaryanın en iyi organı” dediği– Neue Rheinische Zeitung’da Engels, burjuva ulusal meclisini “gevezelik kahvesi” olarak mahkûm ediyor ve küçük-burjuva demokratların oluşturduğu “sol fraksiyon” üzerinden de küçük-burjuvazinin sınıfsal özünü teşhir ediyordu. Engels’e göre küçük-burjuva demokratlar, “bir kimseyi incitmekten ve ürkütmekten” ödlekçe korkan ve “şamata edip ıslık çalmaktan öteye gidemeyen” zavallılardı. Engels işçi-emekçi kitleleri de uyanık olmaya çağırıyordu: Polis devletine son verildiğine, özgür sendikaya ve basına kavuştuğuna inanıyorsan düpedüz aldanıyorsun! Gerçekten de burjuva devrimi bir arpa boyu bile yol alamamıştı ve Prusya despotizmi kısa bir zaman sonra devrimi bastırmaya ve verilen demokratik kırıntıları da geri almaya koyuldu.

Engels, durup dinlenmeden çalışıyor ve her işin üstesinden gelmeyi başarıyordu. Marx, yoldaşı hakkında şunları yazıyordu: “O gerçek bir ansiklopedidir. Gündüz ya da gece her saatte, yemekten sonra ya da aç karnına her an çalışabilir. Çok hızlı bir kalemi olduğu gibi, olayları da hemen kavrar.” Engels yalnızca gazeteye yazılar yazmıyordu, daha çok işçi kitleleri arasında örgütlenme faaliyeti yürütüyordu. Burjuvazi ve soyluların devrimi bastırmaya girişmesi üzerine, silahlı direnmenin örgütlenmesi için Köln Halk Güvenlik Komitesi kuruldu; Marx ile Engels de komiteye seçildiler. 1849’un Mayısında Almanya’nın pek çok eyaletinde devrimci patlamalar meydana geldi. Engels, değişik kentlerdeki işçi ve küçük-burjuva örgütleri silahlı ayaklanma temelinde birleştirmeye ve planlar çizerek onları savaşçı birlikler haline getirmeye çalışıyordu. Engels, bir devrimci askeri kurmay olarak hareket ediyordu; hangi birlik nasıl hareket edecek, nereye saldıracak, stratejik hedefler nereler olacak ve kentler ele geçirildikten sonra ne yapılacak? Tüm bunların üzerinde ayrıntılarıyla duruyordu.

Kentleri dolaşan Engels, Elberfeld’e geldiğinde burjuvazi ayağa kalktı: “Onun varlığından büyük bir endişe duyulmaktadır, onun «kızıl bir cumhuriyet» ilan edivermesinden her an korkulmaktadır.” Burjuvazi Engels’i tutuklatmak istediyse de, Solingen işçi kitleleri fırtınalı bir tepkiyle buna karşı durdular ve izin vermediler. Devrimin her yerde bastırılması ve Marx’ın Almanya’yı terk etmek zorunda kalmasından sonra Engels, kendi ifadesiyle “kalemi silahla değiştirip” Palatinate-Baden gönüllü ordusuna katılarak Prusya’ya karşı cephede savaşmaya başladı. Engels bu savaşta gerek kurmay gerekse de er olarak yer aldı ve onun başında bulunduğu öncü birlik, cepheden en son, vuruşarak çekildi. Yıllar sonra, Engels ile aynı cephede savaşmış pek çok işçi onun hayran kalınacak derecede soğukkanlı ve cesaretli olduğunu söyleyecekti. Engels ise, “en azimli komünistler aynı zamanda en cesaretli askerlerdi” diye belirtiyordu.

Denilebilir ki, proleter silahlı ayaklanma sorununu ilk kez ele alan Engels olmuştur. Almanya’da Devrim ve Karşı Devrim adlı eserinde şöyle yazıyordu: “Ayaklanma, savaş ya da herhangi bir başka sanat kadar bir sanattır; savsaklanmaları, bunları savsaklayan partinin yıkımına yol açan bazı pratik kurallara bağlıdır. Eğer oyununuzun bütün sonuçlarına korkusuzca göğüs germeye iyice kararlı değilseniz, ayaklanma ile hiç oynamayın… Bir kez ayaklanma yoluna girildikten sonra, büyük bir kararlılık ile ve saldırıcı biçimde hareket edin. Savunma her türlü silahlı ayaklanmanın ölümüdür; aksi takdirde ayaklanma, daha düşman ile boy ölçüşmeden yitirilir. Düşmanlarınıza güçleri dağınık olduğu sırada aniden saldırın ve ne kadar küçük olursa olsun, yeni, ama günlük başarılar hazırlayın.” Böylece moral kazanan proleter ordular hızla ileri atılacak ve düşmanı püskürteceklerdir. Engels’in daha o zaman üzerinde durduğu proleter askeri ayaklanma taktikleri Ekim Devriminin zafer kazanmasında büyük rol oynamıştır.

Engels, 60’lı yıllar boyunca Amerikan iç savaşı ve Avrupa’da gelişen savaşlar üzerine çeşitli makaleler yazdı. Orduların yapısı ve silahlı güçleri üzerinde duruyor ve askeri taktikleri inceliyordu. Öyle ki, 1870’de başlayan Fransa-Prusya savaşını Pall Mall gazetesi için takip eden Engels’in hemen tüm öngörüleri doğrulandı; Fransa’nın Sedan’daki askeri yenilgisini bir hafta önceden tahmin edebilmişti. Makaleler imzasız olduğu için yazarın kim olduğu bilinmiyordu ve İngiltere ordusuna mensup yüksek bir subay tarafından yazıldığı zannediliyordu. Marx, “eğer savaş böyle devam ederse Londra’da önde gelen askeri otorite olarak şöhret yapacaksın” diyerek Engels’e takılıyordu. Tam da bu günlerde Marx’ın kızı Jenny, Engels’e General demeye başlayacak ve ölene kadar herkes ona bu lakabıyla hitap edecekti. Eleanor Marx, adı geçen makalesinde şöyle yazıyordu: “Bugün bu lakabın daha geniş bir anlamı var: Engels bizim işçi ordumuzun generalidir.” Yani işçi sınıfının teorisyeni ve parti örgütçüsü Engels, aynı zamanda onun Generaliydi de.

Fedakârlık ve yoldaşlık

Marx ve Engels’in dostluklarının boyutu üzerinde, haklı olarak çok durulmaktadır. Gerçekten de Marx ve Engels’in dostluklarının bir benzerine tarihte rastlamak mümkün değildir; öyle ki, bu iki büyük insanının dostluklarının gerçek mahiyetini anlatabilmek için sıkça mitolojiye başvurulmak zorunda kalınmıştır. Tüm dostluk ilişkileri bir zemin üzerinde yükselir; Marx ile Engels’in dostluklarının zemini, sınıfsız bir dünya için verilen mücadelede yoldaş olmalarıydı. Bu nokta oldukça önemlidir; zira karşılıklı çıkar ilişkileri üzerinden şekillenen burjuva toplumun insanı, komünist olmadan ve tümüyle çıkarsız yoldaşlık ilişkisi kurmadan asla gerçek dostluklar yaratamaz. Marx ve Engels’in dostlukları yaşamın sarp kayalıklarından geçerek fırtınalarda ve büyük altüst oluşlarda sınanmış, gelişmiş ve pekişmiştir.

1848 devrimleri yenildikten sonra, iki yoldaş bir dönem birbirlerinin izini kaybetseler de Londra’da buluştular. Tüm Avrupa’da karşı-devrim yelkenlerine gericiliği doldurarak fırtınalar estiriyor, umutsuzluğun karabasanı altında kalan insanlar ya mücadele alanlarını terk ediyor ya da fikirleri sulandırmaya veya örgütlü yaşamdan kaçmaya çalışıyorlardı. Marx ve Engels gericilik dönemlerinde tutulması gereken ana halkayı tuttular; yoğun bir ideolojik mücadeleye girerek teorik görüşlerini derinleştirdiler. Lakin çok ciddi bir sorun, parasızlık, açlık ve yoksulluk Marx ile Engels’in karşısına geçip tüm korkunçluğuyla ıslık çalıyordu. Engels, dehasının çalışma kamçısının altında yok olmaması ve tümüyle kendisini işçi sınıfına adaması için, Marx ve ailesinin geçimini gönüllü olarak üstlendi. Para kazanabilmek için “lanet olası ticaret” dediği şeye, yani babasının fabrikasına geri döndü.

Böylesine büyük fedakârlıkları hiçbir zaman kavrayamayacak olan küçük hesapların insanı, yani küçük-burjuva sosyalistleri vaveylayı kopardılar. Marx ve Engels “herkesin yüz çevirdiği” iki yalnız kişiydi ve üstelik Engels “tüccar” oluvermişti! Marksizmin kurucularını karalıyor, dedikodu yaparak ortalığa pis kokular yayıyorlardı. Esasında devrimci hareketin tarihi, bu tip “dedikoducuların” ve “bozguncuların” işçi sınıfı partilerine her zaman sızabileceğini ama hiçbir zaman emellerini muvaffak kılamayacaklarını gösteriyor. Nitekim bunu iyi bilen Engels, bozgunculara karşı savaş açmak isteyen Marx’ı teskin etmiş ve “yalan ve pislik okuluna” boş ver, “biliyorsun biz daha beterlerini de gördük” diyerek vazgeçirmiştir. Marx ile Engels’in arasındaki ilişkinin boyutlarını, onların muarızları gerçekte hiçbir zaman kavrayamamıştır. Engels, Bernstein’a yazdığı bir mektupta, yazışmalarının Heine’in şiirlerinden daha zevkli olduğunu belirtiyordu.

Marx ve Engels kendi aralarında bir işbölümüne gitmişlerdi ve ikisini de tüm zorluklar karşısında ayakta tutan şey, devrimci kavgaya olan inançlarıydı. Marx’ın hastalanması üzerine Engels şöyle yazıyordu: “Derhal tedaviye başlansın, sana bir şey olduktan sonra giriştiğimiz tüm hareketin hali ne olur?” Marx ise şunları yazıyordu: “Hayatımın yarısında başkalarına yük olduğumu düşündükçe kahroluyorum. Beni ayakta tutan şey, biz ikimizin ortaklaşa bir işe girişmiş olmamız ve benim bütün zamanımı teorik incelemelere ve parti çalışmalarına vermek zorunda bulunmamdır.” Marx’ın harcadığı yoğun emek, 1864’te I. Enternasyonalin kurulmasıyla ve en önemlisi de, Marksizmin pek çok yapıtaşının yanı sıra Kapital’in yazılmasıyla ürününü verdi. Kapital ile birlikte Komünist Manifesto’da dünyaya ilan edilen Marksist-komünist görüşler kesin bir bütünlüğe ve çürütülemez bir sağlamlığa kavuştu. Marx’ın Kapital’i başlıklı bir makalede Engels, “yeryüzünde kapitalistler ve işçiler bulunduğundan beri, işçiler için bu kitap kadar önemli bir kitap çıkmadı” diye yazıyordu. Lenin’in de teslim ettiği üzere, eğer Engels’in büyük fedakârlığı ve özverisi olmasaydı, Marx, yaşam mücadelesinin hengâmesinde gerekli çalışmayı yapamayacak ve belki de Kapital hiç ortaya çıkmayacaktı. Engels, Kapital’in ortaya çıkmasında muazzam bir rol oynamakla kalmadı ve yoldaşı 1883’te öldükten sonra, Kapital’in diğer ciltlerini de yayına hazırladı. “Bütün ekonomi biliminde tam bir devrim yapacak” dediği Kapital üzerinde Engels, on yıldan fazla çalıştı; Marx’ın arşivlerini açarak ve yoğun emek harcayarak yoldaşının okunması güç yazısını söktü, eksiklikleri tamamladı, ikinci ve üçüncü cildi yayınladı. Engels’in bu muazzam emeğinin hakkını vermek isteyenler şöyle diyorlardı: Yoldaşı olan bir dehaya yüce bir anıt dikerken, farkında olmadan, o yüce anıtın üzerine kendi adını da kazımıştır. Ve haklı olarak Lenin, “Kapital’in bu iki cildi, iki insanın, Marx ile Engels’in yapıtıdır” diyordu.

Engels, yirmi yıl hiç şikâyet etmeden “lanet olasıca ticaret”le uğraştıktan sonra, 1869’da dostlarının deyimiyle “Mısır köleliği”nden azat etti kendini. Manchester’dan Londra’ya, yoldaşı Marx’ın yanına döndü; her gün buluşuyor ve Eleanor’un yazdığına göre saatlerce aynı odanın içinde volta atarak tartışıyorlardı. Özgürlüğüne kavuşan Engels daha yoğun bir çalışma içine girdi; Enternasyonal’in tüm işleri nerdeyse onun üzerine kalmıştı. Makaleler yazıyor ve Enternasyonal delegelerine kendi dillerinde cevaplar veriyordu. Zira Engels, konuşulması güç lehçeleriyle birlikte yirmi dil biliyordu. Ünü Avrupa işçi sınıfı içinde o denli yayılmıştı ki, İspanya’ya giden Paul Lafargue’a işçiler, Enternasyonal Genel Konseyinde kendilerini temsil eden Angel’in gerçekten de Kastilya lehçesini konuşup konuşmadığını sormuştular. Meğer onların Angel dediği Engels imiş. Evet, Engels dil konusunda gerçekten de dehaydı ve bu dehasını, diğer tüm yetenekleri gibi işçi sınıfının kurtuluşu davasının hizmetine koşmaktan bir milim bile geri durmadı.

Enternasyonal bünyesinde büyük tartışmalara yol açan meselelerin başında ulusal sorun geliyordu. Proudhon ve Lasalle’ın tilmizleri ve İngiliz işçi sendikaları ezilen uluslara karşı şovence bir tutum içindeydiler. Proudhoncular Polonya’nın bağımsızlık meselesinin Enternasyonalde tartışılmasına karşı çıkıyor ve bunun politik bir sorun olduğunu ve işçileri ilgilendirmediğini ileri sürüyorlardı. Engels, Polonya İşçi Sınıfı İçin Ne Anlam Taşır başlığı altında bir dizi makale yazdı ve işçi sınıfının ulusal sorun konusunda suskun kalamayacağını, yabancı boyunduruğuna karşı mücadele veren ezilen halkları kesinlikle desteklemesi gerektiğini ortaya koydu. İngiliz işçi sınıfının İrlanda sorununda takındığı milliyetçi tutum ile burjuvaziyle aynı safta buluşması ve bu durumun sınıf hareketine prangalar taktığını görmesi üzerine Engels, ulusal sorun üzerine özellikle kafa yormuştur. Nitekim “başkalarını ezenler asla özgür olamazlar” ünlü sözü de Engels’e aittir.

İlk dönemlerinde Marx ve Engels, İrlanda meselesinin İngiliz işçi sınıfının devrimiyle hallolacağını düşünüyorlardı; fakat çok geçmeden bunun bir hata olduğunu anladılar. Zira İngiliz işçi sınıfının oportünist önderleri bu fikri ileri sürerek İrlanda sorununu devrime havale ediyor ve hatta ulusal mücadeleyi gereksiz görüyorlardı. Böylece işçi sınıfı başka bir ulusun ezilmesi noktasında burjuvaziyle aynı görüşleri savunuyor ve bu milliyetçi politika onun düzen ile tüm ilişkilerini kesmesinin ve devrimci bir çizgi izlemesinin önüne geçiyordu. Marx şöyle diyordu: “İrlanda’nın kurtuluşu sağlanmadığı sürece İngiliz işçi sınıfı hiçbir zaman herhangi bir başarı gösteremeyecektir… İngiltere’de İngiliz gericiliğinin kökleri… İrlanda’nın boyunduruk altında tutulmasındadır.” Engels ise şunu yazıyordu: “İrlanda tarihi, bize, bir ulusun başka bir ulusu boyunduruk altına almasının ne büyük bir felâket olduğunu gösterir.” Marx ile Engels’in ulusal sorun üzerine geliştirdikleri açılım, 20. yüzyılda patlak veren ulusal sorunlarda işçi sınıfına sağlam bir politik hat sunacaktı. Lenin, bu politik hattın ne kadar doğru olduğuna değinir: “İrlanda sorununda Marx ile Engels’in politikası mükemmel bir örnektir: günümüzde, ezen ulusların proletaryasının, ulusal hareketlere karşı benimsemesi gereken tutumu göstermesi bakımından büyük pratik önem taşır.”

Orkestranın başında

14 Mart 1883’te Karl Marx öldü. Engels yoldaşının başucunda sonsuz bir üzüntü içindeydi; işçi sınıfının uluslararası beyni ve kalbi artık konuşmayacaktı. Marx’ın ölümünü uluslararası işçi sınıfı önderlerine bildirirken şunları yazıyordu: “Partimizin en büyük zekâsı artık düşünmüyor; tanıdığım en güçlü kalp artık çarpmıyor.” Üzüntüsü büyük olsa da, şimdi Marx’ın yerine geçerek doğan boşluğu doldurmak ve onu da temsil etmek zorundaydı. Alçak gönüllülüğü hiç elden bırakmayan Engels, Friedrich Becker’e yazdığı mektupta ikinci keman olduğunu hatırlatıyor ve şöyle devam ediyordu: “Ve şimdi, teorik konularda Marx’ın yerini almam ve birinci keman olmam için hiç beklenmedik bir çağrı alınca, ben bu işi, ufak tefek yanlışlar yapmaksızın –ki, bunun herkesten çok ben bilincindeyim– yapamayacağımı biliyorum.”

Engels, bir taraftan Marx’ın dökümanlarını elden geçirerek Kapital üzerine çalışıyor, onun eserlerini yabancı dillere çeviriyor ve öte yandan da uluslararası sosyalist hareketteki oportünist önderliklere karşı bıkıp usanmadan mücadele yürütüyordu. Bu mücadelenin merkezinde özellikle Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ve onun liderleri vardı. Esasında bu oportünist liderlere karşı mücadeleye çok önceleri başlamıştı. 1875’te devlet sosyalizmini savunan Lasalcı Alman Emekçileri Genel Derneği ile Alman İşçi Partisi ilkesiz bir şekilde birleşmek istediğinde Engels, Wilhelm Liebknecht’e “her ne pahasına olursa olsun” acele etmeyin diye yazıyordu. Zira Lasalcı parti zaten dağılmak üzereydi ve ehliyetli unsurlar er geç doğru adresi bulacaklardı; birleşme ise partinin örgütsel yapısını bozarak onu politik çizgisinden saptırabilirdi. Engels, partinin inşası sürecinde unutulmaması gereken bir noktayı hatırlatıyordu: “Proletaryanın hareketi, zorunlu olarak çeşitli gelişme aşamalarından geçer; her aşamada, insanların bir kısmı çamura saplanıp kalır ve daha fazla ileri gitmeleri mümkün olmaz.”

SPD’nin ilkesiz temellerde şekillenmesi, onun 1914’te neden oportünist bir çizgi izlediğine ve neden işçi sınıfına ihanet ettiğine de ışık tutar. Marx ve Engels’in eleştiri kamçısının hafiflediği her dönemde, parti dümeni oportünizme ve reformizme kırmıştır. İşçilere, kapitalist düzende “özgür ve bağımsız ev sahibi olma” hayalleri pompalayan Dr. Mülberger adında bir küçük-burjuva sosyalistine ve Dühring denen bir “sosyal reformcu”ya parti basınının açılması ve övülerek göklere çıkartılması bunun delilidir. Marx Kapital üzerine çalıştığı için, Engels kaleme aldığı Konut Sorunu ile Mülberger’in, Anti-Dühring ile de Dühring’in tezlerini çürüttü ve işçilerin gözünde onların itibarını yerle bir etti.

Fakat SPD’nin liderliği yalpalamaya devam ediyordu. 1878’de yürürlüğe konan ve 1890’da kaldırılan Anti-Sosyalist Olağanüstü Yasa karşısında parti önderliği tam anlamıyla reformizme teslim oldu. Parti önderliği işçi kitleleri bu yasayı yırtıp atmaya çağıracağına ve en önemlisi de partiyi illegaliteye geçireceğine, başlangıçta akla ziyan bir tutumla partiyi kapatmayı düşünmüştü. Wilhelm Liebknecht, parlamento kürsüsünden Sosyal Demokratların şiddet yanlısı devrimden yana değil de, sadece reformlardan yana olduğu için yasaya uyacaklarını ilan ediyordu. Bu utanç verici durumu, Bernstein’ın da aralarında bulunduğu kimi liderlerin bir bildiri yayınlayarak reformist görüşlerini ilan etmesi izledi. Tüm bu olanlar Engels’i çileden çıkartmıştı: “Kararlı bir politik muhalefet yerine, yumuşak bir uzlaşma; hükümete ve burjuvaziye karşı mücadele yerine, bunları ikna etmek ve kazanmak çabası; tepeden inme baskılara karşı sert bir direnme yerine, alçakgönüllü bir boyun eğiş ve verilen cezayı hakettiklerini itiraf çabası.” Oportünist ve reformist bir liderlikle asla işbirliği yapamayacaklarını ilan eden Engels çok net konuşuyordu: “Düşmanların darbeleri önünde eğilip bükülmek yok; birçoklarının yaptığı gibi, «inanınız ben zararlı hiçbir şey yapmadım» diye ağlayıp zırlamak yok. Yumruğa yumrukla karşılık vermek, düşmanın her bir yumruğuna karşı iki üç yumruk atmak: işte bizim taktiğimiz daima böyle olmuştur…”

Liebknecht ile Bebel’in gereken kararlılıktan yoksun olmalarından dolayı oportünistler ve reformistler partide yerli yerinde duruyorlardı. Nitekim partinin yasal alana çıkmasına izin verildikten sonra şöhret düşkünü aydınlar ve revizyonistler harekete geçtiler. Vollmar, hükümetin tavrını “işçilere uzatılmış gerçekten dost bir el” olarak değerlendiriyor, Marksist devlet teorisini eleştirerek “yavaş yavaş barışçı bir evrim”le sosyalizme gidilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Bir SPD milletvekili ise, parlamento kürsüsünden Marx’ın proletarya diktatörlüğü görüşüne katılmadığını haykırıyordu. Engels, parti liderliğini oportünistlere karşı harekete geçmekte isteksiz görünce inisiyatifi ele aldı. Marksist devlet teorisinin ne olduğunu parti tabanındaki işçilere sunmak istediği için, önce Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ni ve bilahare Fransa’da İç Savaş’a yazdığı ünlü Giriş’i yayınladı. İlginç olan, parti liderliği ve özellikle Neue Zeit’in ve Vorwarts’ın editörlüğünü yapan Kautsky’nin bu makalelere yer vermek istememesiydi. Nitekim ikinci makale öylesine kırpılarak tahrif edilmişti ki, “ben her ne pahasına olursa olsun, yasallığa sanki taparmışım gibi gösterilmişim” diyen Engels, parti liderliğini şiddetle protesto etti.

Sonraki yıllarda adeta Marksizmin “papası” olarak görülen Kautsky için, “gerçek parti hareketi ile hiçbir zaman temas kurmamıştır” diyen Engels, onu “doğuştan ukala ve basit sorunlar karşısında bile bocalayan bir skolâstik” olarak değerlendiriyordu. Bununla birlikte, “Gençlik” adıyla ortaya çıkan, teorisyenliğe ve liderliğe heves eden kariyeristleri de eleştiriyordu: “«Akademik eğitimlerinin» kendilerini parti yönetimi içerisinde önemli bir mevki işgal etmeye hak kazandıramayacağını öğrenmeleri gerekir. Partimizde herkes sıradan bir üye olarak işe başlamak zorundadır… Kısacası işçilerin bu «akademik bilgi sahibi kimselerden» öğrenecekleri şeylerden ziyade, onların işçilerden öğrenebilecekleri pek çok şey bulunmaktadır.” Marx ile Engels’in işçilerle ilişkileri öylesine derindi ki, etraflarında daima bir işçi halkası olmuş ve Marksizm ile aydınlanmış komünist işçi halkası ölene kadar onları yalnız bırakmamıştır.

Engels, ölene değin inanılmaz bir coşkuyla çalıştı. O, teorik mücadeleyi sürdürürken pratik mücadeleyi de unutmuyordu. Tüm bu süreçlerde hep aynı şeyi tekrarladı: “Bana mal ettiğiniz onurun aslan payı bana değil, Marx’a aittir… Ben yalnızca onun davasını sürdüren biriyim.” Engels, yaşamı boyunca kendisi için hiçbir şey istemedi; bir mezarı olmasına karşı çıkmış ve cesedi yakıldıktan sonra külleri, rüzgârın denizi köpürttüğü bir sonbahar günü hırçın dalgalara teslim edilmiştir. Onun nasıl bir dünya arzuladığını 19 yaşında Prusya despotizminin boğuculuğuna karşı yazdığı şiirin şu mısraları adeta özetlemektedir:

Dünya pırıl pırıl bir bahçeye dönüşecek

Yetişen her şey yeni tomurcuklar açacak

Barış çiçekleri kuzey topraklarını örtecek

Buzlarla örtülü yerlerde kızıl güller açacak.

Kaynak : Marksist Tutum

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları