loading
close
SON DAKİKALAR

Bu adama bayıldım!

Bu adama bayıldım!
Tarih: 30.01.2014 - 10:16
Kategori: Söyleşi

Ayşe Arman; Yurtdışında gurur duyduğumuz isimlerden biri...

Şahane bir adam.

Şa-ha-ne!!!

Ben bayıldım.

Zaten Zeynel Abidin’in çektiği şu poza bakar mısınız, çok aşikâr değil mi adamı sevmiş ve çok beğenmiş olduğum...

Adı Emrah Yücel.

Tabii ki tanıyorsunuz onu...

Yurtdışında gurur duyduğumuz isimlerden biri.

Boru değil, gerçekten Hollywood’un en önemli kişiliklerinden biri...

Ankara’da Hacettepe’de grafik okuyor. Birincilikle bitiriyor. Sonra burslu olarak Bilkent’te master yapıyor. Hem okuyor, hem çalışıyor. Çok genç yaşta, yurt dışında bienallere katılıyor. Bir sürü yaratıcı iş yapıyor. Daha 20’lerinin başında, yılın grafik sanatçısı ödülünü alıyor, fakat yetmiyor...

Evi var, işi var, arabası var, parası var, çevresi var...

Ama onu kesmeyen bir şey var yine de...

Ve daha 25 bile olmadan, bir yılbaşı gecesi kararını veriyor, tasını tarağı toplayıp New York’a gidiyor...

Orada, hayata yeniden başlamaya...


Bu adama bayıldım!

Çok güzel hikâyeleri var, insan dinlemeye doyamıyor.

Bir tek Allah’ın kulunu tanımıyor...

Ama inanılmaz yaratıcı ve deli gibi iş üretiyor ve orada head hunter’ların dikkatini çekiyor.

Muazzam bir teklifle Los Angeles’a transfer oluyor.

Çok sıkı bir başarı hikâyesi.

Şansa inanmıyor, inandığın tek şey, disiplin ve çalışma.

Çok kısa sürede inanılmaz başarılar ve paralar kazanıyor...

İki şirketi var, İconisus ve I mean it creative...

Yıllardır, dev film şirketlerine görsel ve yazılı pazarlama iletişimi sağlıyor...

Bizse, bu kadar çetrefilli cümleler sevmiyoruz...

Ona “Los Angeles’ta yaşayan dünya çapındaki Türk afişçi” diyoruz.

Oysa sadece film afişi yapmıyor ve sadece bir grafik tasarımcısı de değil, hem çok yaratıcı bir sanatçı hem de stratejik bir beyne sahip bir iş adamı.

Avatar, Frida, Narnia, American Horror Story, Louis CK, The End of the Affair, Rabbit Proof Fence, Enigma, A Good Year gibi pek çok filmin afişinde ve pazarlama iletişimde onun imzası var.

Şimdi de çok daha büyük işlere soyunuyor.

Hepimizi de yakından ilgilendiriyor.

Bütün memleketi.

Cumartesi yayınlanacak röportajda ayrıntılarını öğreneceksiniz.

Ama ben 69’lu doğumlu bu genç adamı iyice tanımanızı istiyorum.

O yüzden bugün, ucundan azıcık hayatını ve kişiliğini anlatmaya başlıyorum...

Hikâyen nerede başlıyor?

- Köy enstitüsü mezunu öğretmen bir anne ve babanın oğluyum. Ankara’da doğuyorum. Ama ben kendimi hatırladığımda İngiltere’deyim...

Ne alaka?

- Babam resim öğretmeni ama o sırada BBC’de burslu film yönetmenliği eğitimi alıyor, annem de bir edebiyat öğretmeniyken, radyo programı yazarı ve senaryo yazarı oluyor. Modern ve gelişime çok açık tipler. Beni de kapıp, iki seneliğine İngiltere’ye gitmişler...

Sen kaç yaşındasın?

- 8. Hiç unutmam, İngiltere’deki evde, babamın dev bir portresi asılıydı. Uzun saçlı babam, yuvarlak gözlükleriyle bize bakardı. Yıllar sonra Ankara’daki evimizden başka bir eve taşınırken, kütüphanenin arkasından rulo halinde o resmi çıktı. Meğer babamın portresi zannettiğim şey, aslında John Lennon’ın posteriymiş! John Lennon, babamın rol modeliydi. O dönem babam da, gözlüklü ve hippi saçlıydı. Annem de örgülü saçlı, kızılderililer gibiydi. İngiltere’de kaldığımız o iki yıl, beni çok şekillendirdi, yaratıcılığımı teşvik etti. En tatlı hikâye de şu: Gündüzleri işe gittikleri için, beni nereye bırakacaklarını bilemiyorlar...

Peki n’apıyorlar?

- Müzeye bırakıyorlar! Ben boynumda, ismimin yazılı olduğu yaka kartımla bütün gün müzede dolaşıyorum. Etrafımda binlerce sanat eseri, her bir yeri keşfediyorum. İnanılmaz mutlu hissediyorum kendimi. Güvendeymiş gibi. Sabah 9’da bırakırlardı, öğlenden sonra alırlardı. Sadece gördüklerim değil, oraya gelen insan toplulukları da etkilerdi beni. O insanları izlerdim, rehberlerin anlattıklarını dinlerdim, hayallere dalardım...

İki yıl sonra...

- Tekrar Ankara! Birden bire bende, “Merkezden uzağa düştük. Biz burada ne yapıyoruz?” duygusu oluştu. Ki 11 filanım. Tamam akrabalarım, sevdiğim insanlar var ama, “Dünyanın merkezi başka bir yer. Orada bir şeyler oluyor ve ben kaçırıyorum hissi” yaşıyordum. Bu hâlâ en büyük korkularımdan biridir...

Los Angeles’ta “merkez”de mi hissediyorsun kendini?

- Yaptığım iş açısından öyle. 11 yaşında bu duygudan kurtulmanın bir yolunu Adana’da buldum...

Nasıl yani?

- Teyzem Adana’da yaşıyordu. Orada geçirdiğimiz sömestr tatillerinden birinde, “Boş Boşçu”ları keşfettim. İncirlik Üssü’nün artıklarının satıldığı yer. Bayıldım! Kullanılmış deodorantlardan kırık walkman’lere, Star Wars oyuncaklarından asker tişörtlerine kadar her şey vardı. Bir tür Amerikan çöplüğü. Tüm bunların içinde ben üç tane inanılmaz şey buldum. Üç dergi. Biri “Vanity Fair”di. “Vanity Fair”, bende stil oluşturdu. New York hayatı tarzını, o dergiyle tanıdım. Annie Leibovitz’le orada tanıştım. Julian Schnabel’le de, Francisco Clemente’yle de, Andy Warhol’la da. Pek çok konuda algım bu dergiyle oluştu. İkinci önemli dergi “GQ Man”di. Nasıl giyinmen gerektiğini, insanlara nasıl davranmam gerektiğini de bu dergiden öğrendim. Üçüncüsü de “Playboy” ve “Penhouste”du. Karşı cinsin, Bob Guccione ve David Hamilton gibi doğru gözlerle çekildiğinde nasıl estetik olabileceği... Tüm bunların benim önce New York’a gitmemde, sonra Los Angeles’e geçmem de temel yapılar olduğunu düşünüyorum.

Suç ve Ceza’yı 9 yaşımda okudum


İnsanın annesinin edebiyat öğretmeni olması nasıl bir şey? Ona ne kazandırıyor?
- Kitap okumaya öğreniyorsun! İki, üç kitabı aynı anda okumayı! Öyle yapmazsan suçluluk duymayı! “Suç ve Ceza”yı 9 yaşımda okudum. Tabii önce annemin zoruyla. İki senede bir tekrar okutuyordu. İyi ki de yapmış! İlk okuduğumda, bir dedektif romanı gibi okudum, ikinci okuduğumda bir sınıf mücadelesi gibi algıladım, üçüncü okuduğumda tanrı meselesini sorguladım. Dördüncü okuduğumda apayrı şeyler buldum, edebi tatlar aldım. Roman dediğin, zaten bir “hayat tecrübesi aktarımı” olduğu için, bu tecrübe aktarımı konusunda, sabırlı olmayı ve iyi algılamayı ben annemden öğrendim. Annem sayesinde, kendimi samimiyetle ifade edebilmeyi, duygularımı aktarabilmeyi öğrendim. Bir de evde sürekli resim yapan, sinema konuşan bir sanat adamı vardı. Görsel tarafım da babamdan. Ne mutluyum ki, hâlâ hayattalar. Onlardan çok şey öğrendim. Hem bana verdikleri genler için hem de bana öğrettikleri şeyler için onlara müteşekkirim...

DEVAMI CUMARTESİ

Ayşe Arman - Hürriyet

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları