loading
close
SON DAKİKALAR

''Medyaya yüklenmesi samimiyetinden!''

''Medyaya yüklenmesi samimiyetinden!''
Tarih: 02.10.2012 - 13:27
Kategori: Söyleşi

Nimet Baş, Neşet Ertaş ve 12 Eylül ile ilgili soruları yanıtladı...

Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu Başkanı Nimet Baş’ın içi henüz rahat değil. Darbeci iddiasıyla yargılananların aldığı ciddi cezalara rağmen, o, “Hâlâ askeri darbe riski var. Çünkü darbeleri önleyen hukuk sistemi olmalı, Hilmi Özkök gibi kişiler değil! Darbelerin önlenmesi insanlara kaldığı sürece garanti altında olamayız” diyor.

Bozkırın Tezenesi’nin vefatı sebep oldu bu söyleşiye... Sabah televizyon izlerken aldım acı haberi... İç Anadolu’nun içten ve içli sesi son nefesini vermişti. Onu bilenler demeyelim, zira herkes biliyor, ama tanıyanlar, birer birer arayıp, son bir söz söylüyorlardı veda niyetine... Sesi, sazı, mütevazılığı, insanlığı, halka saygısı, insanda ne olursa olsun kötüyü aramaması, bu toprağa olan aşkı, garipliği... Her sayılan insanca, candan, bu topraktan... Türkülerinde ve bozlaklarında o imbikten süzülmüş insan felsefesi, nasıl olur da sadece hayatının tek bir günü okula gitmiş birinden çıkar? Çıkıyor işte, Aşık Veysel de öyle değil miydi? Bu bir ruh mirası, Dadaloğlu’ndan, Yunus Emre’den, Karacaoğlan’dan ve daha pek çoklarından gelen... Ve tabii ki ayak ucuna gömülmeyi vasiyet ettiği babası Muharrem Ertaş’ın mirasıydı bize o... Sadece millet olarak değil, tüm dünya tarafından kabul edilmiş bir sanatçıydı. UNESCO’nun ‘Yaşayan İnsan Hazinesi’ listesinde yer alması bu sebeple...

Devlet sanatçılığını reddederken bile mütevazılığını koruyup, sadece “Ben halk ozanıyım. Kabul etmem ayrımcılık olur diğer ozanlara” dedi, bir kez daha taht kurdu gönüllere... Ama bir ödülü çevirmedi, TBMM’nin verdiği büyük hizmet ödülünü. Meclis halkın, o da halkın ya, bu sebeple!

Bütün bunlar kafamda, televizyonda onu anlatanları dalmış izliyordum, Nimet Baş (Çubukçu) bağlandı. “Ben asla Neşet Ertaş’ı anlatmaya yeterli biri değilim. En fazla kendi hayranlığımı anlatabilirim!” diye girdi söze. Ertaş’ı kalpten seven biri olduğunu anladım, bu mütevazı girişten! Devam etti, “Ben en çok ‘Vay Vay Dünya’sını severim.” “Ben de!” dedim kendi kendime... Bu türküsü pek bilinmez Ertaş’ın, en sevenleri bilir ancak...

Derken spiker, “Meclis Üstün Hizmet Madalyası’nın verilmesine siz önayak olmuştunuz. Hatta bu ödülü kabul etmesinde de sizin etkili olduğunuz söylenir ” deyince, yine cevabı kalbimden vurdu beni; “Yok öyle demeyelim. Ben önermiştim, kararı hep birlikte verdik. Aslında kararı halk çoktan vermişti, bizimkisi aracı olmaktı!”

Ben nedense Nimet Baş’ı hep biraz duruşundan, hanım ağa gibi görmüş biri olarak çok şaşırmıştım, aslında galiba biraz da utandım önyargımdan...

Sarıldım telefona, hemen bir randevu istedim; “Neşet Ertaş üzerine konuşalım mı?” diye... Cevap yine şaşırttı; “Karşılıklı türkü söylemişliğim vardır ama o büyük insanı anlatmak beni aşar!” Israr ettim, “Darbeleri de konuşmak isterim ayrıca” dedim. Kırmadı, kabul etti.

Ertaş’ı andık içtenlikle... Ardından geldik başkanlığını yürüttüğü Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun icraatlarına... Daha bilinmedik pek çok şey olduğuyla başladı sohbetimiz, sonuçta geldiğimiz nokta ise demokrasinin henüz garanti altında olmadığıydı!

Çiller’in söyleyecekleri her şeyi değiştirebilir!

- Darbeleri Araştırma Komisyonu 300 kişiyi dinleyecek demiştiniz. En çok merak edilen Tansu Çiller. 15 yıl aradan sonra ilk kez konuşacak... Konuşacak mı?


Sanıyorum konuşacak.

- Ne zaman?

Kasım ayında.

- En çarpıcı konuşmalardan biri o olacaktır herhalde?

Öyle ümit ediyoruz. Anlatacakları çok şeyi değiştirecektir. Ama biz komisyon olarak bir yargılama, bir sorgulama yapmıyoruz. Bu şekilde ifade almıyoruz. Bunun özellikle bilinmesini istiyoruz. Çünkü bazen, “Şu kişinin ifadesine başvurulacak” deniyor. Öyle bir görevimiz yok bizim. Biz insanların bilgisine başvuruyoruz. Meclis çatısı altında ilk kez bu anlamda bir komisyon kuruldu. Çok önemli ve tarihi bir görev yapıyoruz. Bizim amacımız darbe süreçleriyle ilgili Türkiye’nin önüne doğru bir fotoğraf koymak. Dolayısıyla o dönemlere tanıklık edenlerin samimi açıklamaları Türkiye’nin geleceğine dair çok önemli yapı taşlarını değiştirecektir.

- Tansu Çiller’in açıklamaları öyle olacak mı sizce?

Öyle olması gerekir. Öyle olacağını düşünüyorum. Birçok siyasinin tanıklığı bizim için çok önemli. Ama siyasetçi şundan çok kaçınır; söylediği şeyi eğer ispat edemeyecekse konuşmaz. Diyelim ki bir asker gelir, “Bunu öyle yapmayın” der. Eğer bu sözlü uyarıyı ispat edemeyecekseniz anlatmazsınız. Çünkü yarın bir gün o asker, “Onu söylemedim” der, tazminat davası açar. Başka başka şeyler olur. İnsanlar bunlarla uğraşmak istemez. Ama bu ülkede siyasetle uğraşan herkes çok iyi bilir ki, onlara ben de dahilim, bu ülke siyasetçisi ihtilal anayasasının kurguladığı vesayet sistemi içinde siyaset yapar, yaptı! İşte bu yüzden Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun yaptığı iş çok önemli. Bu sistemin kırılması yolunda atılan adımlar bunlar. Eğer bugün korkup söyleyemediklerimiz olursa, geleceğe dair korkularımızın sürmesine yol açarız. Gelin konuşalım, açık yüreklilikle paylaşalım. Bütün dünyada bu böyle olmuştur. Gerçeğin ortaya çıkmasını istiyorsak ve samimi bir yüzleşmeden yanaysak eğer, bunu çok açık yüreklilikle konuşarak başarabiliriz ancak. Benim, bilgilerini bizimle paylaşacak insanlardan böyle bir beklentim var.

- Çiller’le özellikle ne konuşacaksınız?

90’lı yılları ve 28 Şubat dönemini konuşacağız ağırlıklı olarak. Postmodern son darbeyi! Şimdi gerçi darbe denmiyor.

- Denmiyor mu?

Bakın, 28 Şubat’la ilgili bazı siyasetçi veya asker kökenli kişileri dinlerken bu soruya cevap istediğimizde, “Bu cevabın sizi zora sokacağını düşünüyorsanız tutanakları kapattıralım, bizim bilgimiz olsun” diyoruz. O zaman konuşmalar çok farklı oluyor. İnsanlar daha çok güven duyuyor ve konuşuyor. O anlattıkları da bize birçok konuda yol gösteriyor. Ama şunu gözlemledim ki, hiçbir şekilde, hiçbir asker ve siyasetçi, o dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı da dahil, “28 Şubat bir darbedir” demedi. Tam aksine, “Bu darbe değildir. Anayasal bir sistemde Milli Güvenlik Kurulu’nda alınmış kararların uygulanmasıdır” dedi. “Ama buna postmodern darbe demişti İkinci Kuvvet Komutanınız!” dediğimizde de, “O onun düşüncesizliği” tarzında bir cevap verdi. Bugün darbeciler darbe yaptıklarını kabul etmiyorlar, birinci problem bu. Aslında en büyük problem bu.

Darbecilerin hiçbiri pişman değil biz o pişmanlığı görmek istiyoruz!

- Darbeciler darbe yaptıklarını kabul etmiyorlar, en büyük problem bu dediniz...


Evet. Oysa, biz meselelerle yüzleşirken her şeyden önce bir pişmanlık duygusunu, bir nedameti de algılamak istiyoruz. “Bu yanlış yapıldı, ben yanlış yaptım” diyebilmeliler.

- Diyebilen yok mu hiç?

Bu özeleştiri hiçbirisinde yok. Hiçbir şekilde, hiçbirinde bir pişmanlık duygusu hissetmedim ben.

- Darbe teşebbüsünde bulunanlar “Laikliğe karşı bir gidiş var, cumhuriyeti korumak bizim görevimiz” diyor, bunu anayasal hak olarak görüyorlar. Sizce de bu anayasadan kaynaklanmıyor mu, siz de hukukçusunuz...

Devletin güvenliği söz konusu olduğu zaman ordunun yönetime el koyabileceğine dair bir haktan söz ediliyor ama bana göre İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi de onlara o hakkı vermez. Bu başka bir şeydir. Tehdit algısı, bunu nasıl yorumladığınızla ilgilidir. Demokratik bir ülkede tehdit algısı böyle yorumlanmaz. Sizin ülkenizde, sizin askeriniz iç tehdit algısını bu toplumdaki tüm farklı kesimlere yöneltmiş; dindarlara, komünistlere ve Kürtler’e... Yani asker kendine göre bir tehdit algısı oluşturuyor. İşte bunu sorgulamamız gerekiyor bizim. Tehdit algısı nedir, hangisi tehdit algısı? Kürtler mi, dindarlar mı, komünistler mi? Toplumdaki farklılıkları birlik içinde tutup, sorunları çözmek yerine, darbelerde en fazla kullanılan kavramdır milli birlik ve beraberlik kavramı. Tam 31 yerde geçer 82 Anayasası’nda. Bu mudur milli birlik kavramı? Farklılıkları yok ederek, farklı düşünenleri ortadan kaldırarak mı bu birlik sağlanır? Demokrasi bu değildir. Bizim askerle demokrasi kavramı üzerinde çatışmamız var. Onların demokrasi anlayışıyla bizim demokrasi anlayışımız çatışıyor. Onlar siyasilerin seçimle gelip seçimle gidebileceklerini, bir siyasi partinin iktidara gelmesinin anlamının, onun fikirlerine bu halkın oy verdiğinin kabulüyle başladığını kabul etmiyorlar. Ben toplumun önüne çıkıyorum, “Ben böyle yapacağım. Bana oy verin” diyorum. Onlar da veriyor. Eğer o dediklerimi yapamıyorsam ve bana bunu yaptırmayacak başka bir güç varsa, işte o toplum demokratik bir toplum değildir, vesayet altında bir toplumdur.

- Siz daha önce “Darbe riski hâlâ var” demiştiniz. Balyoz Davası’ndan sonra fikrinizde değişiklik oldu mu?

Ben bunu söylediğimde herkes “Yok öyle bir şey!” diyor ama bu riskin olmadığını söyleyebilmek için çok yakın tarihimizde, hatta şimdilerde yargılaması yapılan olaylara bakmak gerekiyor. Yani bir yargılama yapılıyor olması, hüküm veriliyor olması, caydırıcılık anlamında çok önemlidir ama “Adam öldürmenin cezası var diye, insanlar adam öldürmüyor” diyebilir miyiz? Dolayısıyla bu suçun ortadan kaldırılması, bir daha hiç olmayacağına olan inanç, çok iyimser bir yorumdur.

- Askeri vesayet tümüyle ortadan kalktı diyemiyor musunuz o zaman?

Bunun için zaman gerekiyor... Bir kere sivil ve demokratik bir anayasa yapılması gerekiyor. 12 Eylül Anayasası’nın en önemli özelliği, fiili darbe yapılmadan da, devletin, sivil ve askeri bürokrasinin kendi mekanizmaları içinden yönetilmesine elverişli bir anayasa olması! 28 Şubat sürecinde niye darbe yapılmadı? Çünkü yapılmasına gerek yoktu. Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan kararlar neredeyse doğrudan uygulandı. EMASYA Protokolü’yle Kuvvet Komutanı, İçişleri Bakanı’nı pas geçerek, doğrudan valilere emir verme yetkisine sahipti! Eğer asker devleti doğrudan yönetiyorsa, niye ayrıca gelip koltuğa otursun ki! İstedikleri her mekanizmayı kurmuşlardı. Ve bu mekanizmaları kurmaya elverişli bir anayasal yapı halen var Türkiye’de.

- İyi ama AK Parti Hükümeti uzun yıllardır iktidarda... Ona rağmen mi?

Evet, şu andaki sivil irade uzun yıllardır iktidarda, demokrasiye inanılıyor ama kaç zaman geçti, biz bunları hâlâ yeni konuşabiliyoruz. Oysa ki 3 yıl önce darbe planlanıyordu. Yani bir yargılama başladı, birtakım askerler hüküm giydi diye bir daha hiç darbe olmayacak demeyi ben çok inandırıcı bulmuyorum. Türkiye’nin demokratik mekanizmalarını çok daha fazla güçlendirmesi gerekiyor. Dolayısıyla, “Askerler bir daha buna cesaret edemezler, çünkü yargılanıyorlar” denemez. Elbette bunların çok olumlu etkileri olacaktır. Ama ben bütün geleceğimize dair sigorta olarak görmem bir yargılamayı.

- Yani hâlâ askeri darbe riski var?

Tabii ki var!

- Biraz da TSK’nın o Balyoz açıklamasından yola çıkarak mı söylüyorsunuz bunu? “Silah arkadaşlarımızın ve ailelerinin yaşadıkları üzüntüyü derinden hissetmekte ve paylaşmaktayız” diyorlardı...

Ben bu açıklamadan ziyade şuna dikkat ediyorum; şimdi ne deniyor mesela, “Darbe olacaktı da, Sayın Hilmi Özkök mani oldu” deniyor. Hukuk ve demokratik sistemleri gelişmiş ülkelerde, demokrasiler kişilere göre işlemez. “Hilmi Özkök daha demokratik bir genelkurmay başkanıydı, o yüzden darbe olmadı” diyoruz, değil mi?

- Aslında ötesi de var. “Darbeyi Hilmi Özkök mü engelledi, Aytaç Yalman mı?” bunu tartışıyoruz. Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman, “Özkök’ün kaç tankı vardı da darbeyi önledi?” dedi en son...

Evet. Oysa birilerini engelleyen sistem olur gelişmiş demokrasilerde, kişiler değil. Bizim o yolda daha ne kadar çok ilerlememiz gerektiğini bu yorumlardan da çıkarıyorum. Diyelim ki, Özkök’ten aksi düşüncede birisi geldi. Demek ki yine olabilir darbe o zaman. Engelleyen oysa eğer. Bu yüzden engelleyen hukuk sistemi olmalı.

- İyi ki Özkök varmış diyor musunuz?

Demokratik hukuk sistemine inanan birinin genelkurmay başkanı olması, Türkiye’nin bu zorlu süreci olumlu anlamda atlatmasına katkı sağlamıştır diye düşünüyorum.

Bu hafta Hilmi Özkök ve Ertuğrul Özkök’ü dinleyeceğiz


- Darbelere hukuk engel olur dediniz. Askerin, Balyoz açıklamasındaki “Yargının tarafsız karar vereceğine inanıyoruz” vurgusunu nasıl değerlendiriyorsunuz peki?

Yargı konusuna girmek istemiyorum. Ama tabii ki yargılanmalıdırlar. Risk tümüyle ortadan kalkana kadar... Yargılanıyor olmaları, hüküm giymiş olmaları Türkiye’ye bu anlamdaki algıların oluşması konusunda ilerleme kaydettirir. Ama olması gereken şey, sivil ve demokratik bir anayasanın yapılmasıdır. Ve ona bağlı tüm yasaların, ona yol açan düzenlemelerin ve zihinsel altyapının değişmesidir. Bu algıların da değişmesi lazım toplumda. Milletin her ferdinin, tıpkı Avrupa’da birisine sorduğunuzda alacağınız yanıtta olduğu gibi, “Ben ne olursa olsun darbelere karşıyım” demesi lazım. Bunun için toplumsal anlamda hazırlık yapmalıyız. İşte biz Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’nda onu yapıyoruz.

- Medyadan da isimler dinleyeceğiz demiştiniz. Ertuğrul Özkök’ü dinleyecek misiniz mesela?

Evet. Bu hafta perşembe günü o var.

- Başka bildik kimler var?

Hepsini tek tek paylaşamam ama bu hafta ayrıca Hilmi Özkök’ü dinleyeceğiz. Ben bu safhada bunları söylemekten de çekiniyorum aslında... Zaten gelecek olanlar çok tedirgin. Birçoğu bir şekilde bizimle irtibat kurmaya çalışıyor. Başlarına bir şey geleceğinden endişe ediyor. Oysa dediğim gibi biz öyle bir ortam oluşturmuyoruz.

- Mesut Yılmaz’ı dinleyebilecek misiniz peki?

Mesut Yılmaz yazılı olarak sorular gönderildiğinde cevap verebileceğini söyledi. Komisyon da yazılı bir şekilde dinlemeyi kabul etmedi. Dinlemeyeceğiz.

- Böyle bir şey mümkün yani?

Evet. Israrcı olamayız. Benim için çok özel bir andır... Geçen yıl sıkıntılı günler geçiriyordum. Seçim yılıydı, bakandım, çok yoğun çalışıyordum... Doğum günümdü. Kardeşlerim ve arkadaşlarım “Akşam sana geleceğiz” dediler. “Tamam” dedim, eve gittim, hazırlanıyorum. Kapı çaldı, açtım, karşımda Neşet Ertaş, elinde sazıyla! Bana sürpriz yapmışlar. Dondum kaldım. “Kapıyı siz mi açıyorsunuz? Hizmet- çiniz yok mu?” dedi. “Yok” dedim. Çok hoşuna gitti. O akşam karşılıklı türkü söyledik... Hiç unutamam...

2. Bölüm

Siz çok anlatmak istemiyorsunuz ama bugün Neşet Ertaş’la başlayalım istiyorum konuşmaya...

Size de aynı şeyi söyleyeceğim; ben Neşet Ertaş’ı anlatmaya asla yeterli birisi değilim. Kendi hayranlığımı anlatabilirim en fazla. Çünkü onu hem sanatsal anlamda hem dostluklar anlamında çok daha iyi anlatacak yakın çevresi, ailesi var. Ama şunu diyebilirim; çocukluğumdan itibaren çok büyük bir sevgim var Neşet Ertaş’a.

- Aynı zamanda hemşeriniz de sayılır...

Tabii... Çocukluğumdan itibaren canlı dinleme imkanı bulduğum bir sanatçı Neşet Ertaş. Benim bütün kardeşlerim de başta saz olmak üzere, tüm telli çalgıları çalar. Gitar da dahil.

- 10 kardeşsiniz değil mi?

Evet. 7’si erkek, 3’ü kız. Ben yedinciyim...

- Hepsi hayattadır inşallah...

Maalesef değil. En büyük ağabeyimi kaybettik. 43 yaşında kalp krizinden vefat etti.

- Sizi üzdüm...

Hayat bu... Mutlu bir çocukluktu bizimkisi ama. Ben hemen hemen her akşam müzik yapılan bir ailede büyüdüm. Hâlâ da öyleyiz. Rahmetli babamı ve halamı anarken de aynı şekilde bir araya gelip onların sevdiği türküleri söyleriz. Konya’da akşam muhabbetleri, sohbetleri çoktur. Bu adeta geleneksel bir şeydir. İnsanlar bir araya gelir, sohbet, muhabbet edilir. Bazen oyunlar oynanır, bazen hikâyeler anlatılır. Güzel vakit geçirilir. Böyle dışarıdan bakıldığı gibi değildir Konya. Gerginliğin olmadığı, sükunetin olduğu bir ildir.

En çok ‘Vay Vay Dünya’ türküsünü severim

- Neşet Ertaş’ı canlı dinleme imkanı buldum dediniz... Peki ilk ne zaman, hatırlıyor musunuz?

Çok küçüktüm. Gelirdi, çalardı bizim o bölgelerde... Sanırım bir asker uğurluyorduk. Ya da bir düğün. Öyle bir ortamdı. Babam da eşlik etmişti ona... O dönem sadece Neşet Ertaş’ın değil, hemen hemen bütün sanatçıların plakları vardı evimizde. Hiç kimsede olmayan aletleri Almanya’dan getirtirdi babam. Müzik dinleyebileceğimiz, seslerimizi kaydedebileceği teypler vardı evimizde... Çocukluğumuzda türkü söyletir ya da konuşturur bunları kaydederdi. Eminim o günü de kaydetmiştir. Bunlar hâlâ durur... En çok da Neşet Ertaş’ın “Yazımı Kışa Çevirdin” ve “Zahidem” türkülerini severdi babam.

- Peki ya siz?

Vay Vay Dünya’yı çok severim. Orada sevdiği kızı, onun ölümü üzerine duyduğu acıyı anlatır... Zor İmiş Meğer, Gönül Dağı ve Neredesin Sen de çok severek dinlediğim türküleridir Neşet Ertaş’ın.

- Ailemde herkes saz çalmayı bilir dediniz. Siz de çalabiliyor musunuz?

Babam saz çalardı. Bizler de öğrenelim istedi. Hepimizin saza başlama şarkısı da Karadır Şu Bahtım Kara! (Gülüyor)

- Neden peki?

Kolay çalınıyor. Ama benim hiç kabiliyetim yoktu. Şimdi bir tek bu türküyü çalabiliyorum. O da üç aylık bir çalışmanın sonunda oldu. Üç ayın sonunda sadece onu çalabilince babam bu işi yapamayacağımı düşündü! Çok yetenekli değildim.

- O zaman “Sen sadece söyle” mi dediler?

Kulağım iyidir. Eşlik ederim. O konuda da bir iddiam yok ama söylerim.

- Ama ben sizin Neşet Ertaş’a eşlik edecek kadar güzel türkü söylediğinizi duydum...

Yok, öyle demeyelim. Ama çoğunlukla çok fazla insanın çalıp söylemesinden hoşlanmazdı Neşet Ertaş. Çünkü biliyorsunuz her defasında başka bir formda söyler türkülerini. Ben ona eşlik edebiliyordum...

- Peki devlet sanatçılığını kabul etmeyen Neşet Ertaş’ı, nasıl oldu da Meclis Üstün Hizmet Ödülü’nü alması için ikna ettiniz?

Meclis’te bu ödülün hep hayırseverlere, yardımseverlere verildiğini görünce, sevdiğim ve değerli bulduğum sanatçılara da verilmesini istemiştim. O zaman telefonla görüştük Neşet Ertaş’la. Ondan önce de bir arkadaşımızın evinde çalıp söyleme gibi bir ortamımız olmuştu. Çok güzel bir akşamdı. Sonrasında da böyle telefon görüşmelerimiz oldu. Birbirimizi arar sorardık. Ama benim için çok özel bir andır, 2011 yılında hakikaten sıkıntılı günler geçiriyordum. Seçim yılıydı, bakandım, çok yoğun çalışıyordum... Doğum günümdü. Kardeşlerim ve çalışma arkadaşlarım Neşet Bey’le irtibata geçmişler. Bana sürpriz olsun diye... “Akşam sana geleceğiz” dediler. “Tamam” dedim, gelecekler diye evde hazırlanıyorum. Kapı çaldı, bir açtım, karşımda Neşet Ertaş, elinde sazıyla! Dondum kaldım. “Kapıyı siz mi açıyorsunuz? Hizmetçiniz yok mu?” dedi. “Yok” dedim.

- Çok hoşuna gitmiştir bu...

Evet. Gerçekten de çok hoşuna gitti. Sağolsun ilk o geldi, arkasından arkadaşlarım, kardeşlerim geldi. Müthiş bir sürprizdi. Unutulmayacak bir doğum günü oldu bana.

- Karşılıklı türkü söylediniz mi?

Söyledik... Kaydettik. Onun türkülerini, onun sesinden dinlediğim için söyleyebiliyorum. Çok başarılı olduğumu söyleyemem ama söyleyebiliyorum. Gerçi o çok güzel şeyler söyledi. “Bana sazla çalıp söylerken çok az insan eşlik edebilir. Sen eşlik edebiliyorsun” dedi. Çok mutlu oldum... Ben derdin de, neşenin de, sevginin de kavramsal olarak en yüksek manada onun tarafından ifade edildiğini düşünüyorum. İnsan hayatında tüm bunlar var. Kederlendiğimde de, neşelendiğimde de, ağlarken de, gülerken de dinlediğim bir sanatçıydı Neşet Ertaş.

- Yine de sizin için ayrı bir anlamı olan türküleri vardır...


Var. Hep dinlersiniz dinlersiniz de bir an gelir manasını idrak edersiniz ya, öyle özel iki anım var. Yazımı Kışa Çevirdin’i çok dinlemişimdir. Ama babamı kaybettiğim yıl, 1999’da Konya’dan Ankara’ya gidene kadar arabada bu türküyü dinledim ve ağladım. Neşet Ertaş öyle biri. Her zaman dinlediğiniz bir türküsü bazen o anki halinizi öyle iyi anlatır, öyle iyi tercüme eder ki... Yazımı Kışa Çevirdin işte öyle bir türküydü. Ankara’ya dönene kadar sadece o türküyü dinlemiştim. Ve babama ağlamıştım.

- Peki ya Vay Vay Dünya?

O da sürekli dinlediğim bir türküydü ama sonra başka bir şey oldu. Muharrem ayının 10. günü Sümbül Efendi Dergâhı’nı ziyaret ettikten sonra Ankara’ya dönerken, başka bir hale, manevi ve özel bir hale büründüm ve bu kez de yol boyunca derinden hissederek Vay Vay Dünya’yı dinledim.

- İyi ki vesile olmuşsunuz ve o ödül verilmiş Neşet Ertaş’a...

Telefonda bana, “Eğer yanımda siz de olursanız sevinirim” demişti. Öyle ortamlara girmekten, ödüllerden, protokollerden kaçınıyordu o...

- Yabancı mı hissediyordu kendini sizce?

Bilmiyorum ama ait olmama gibi bir duygu olabilir.

- Arkasından çokça “Kıymeti bilinmedi. Yazık oldu, yıllarca Almanya’da düğün salonlarında çaldı” dendi...

Ben yaşadığı hayattan daha farklı bir hayatı çok da tercih ettiğini düşünmüyorum. Konser salonlarını en yüksek düzeyde doldurabilirdi. Son 10 yıla baktığımız zaman istediği her zaman konser verebilirdi. Herkes bunu bekliyordu. Ama onun tercihi buydu. O modern çağın dervişiydi. Popülaritenin önemli olduğu, her şeyin başka türlü geliştiği bir çağda bile böyle kalabilmek bir sanatçı için çok özel bir şeydir. Derunî bir kişilikti o. Çok özel biriydi. Böyle yaşamak onun kendi seçimiydi. Mesela hastalığı yaklaşık 2 yıl öncesine dayanıyordu. Ama bunu sakladı. Ziyaretçi kabul etmiyordu. Çünkü bunun dahi çok yoğun bir ilgiye yol açacağının farkındaydı. Bunu kendisi de söyledi bana. Yani ilgilenilmedi, değer verilmedi gibi sözlerin karşılığı yok. Bugün Türkiye’de 7’den 77’ye her siyasi düşünceden insan bir şekilde ölümü karşısında büyük bir üzüntü duymuşsa eğer, zaten onun istediği yer de gerçekten milletin kalbiydi ve karşılığını buldu diye düşünüyorum.

- Öldüğü gün bindiğim taksinin şoförü, radyodan Neşet Ertaş’ın Alevi olduğunu öğrenince hayretler içinde, “Bilmiyordum, Aleviymiş, ama olsun!” dedi. Belli ki onun için Sünni ya da Alevi olmak da önemliydi ama “Olsun!” dedi...

Herkes diyor ki, “Orta Anadolu türkülerini hiç sevmem, ama sadece Neşet Ertaş dinlerim.” İşte bu birleştirici bir unsur. Bir sanatçının milletin bütün unsurlarını birleştirme gücüne, tutkalına sahip olması çok özel bir şey. O öyleydi.

- 2000 yılında Açık Hava Tiyatrosu’nda verdiği konseri izledim, size gelmeden önce kayıttan... Türbanlı genç kızlar da var, mini elbise giyenler de... Hepsi de aynı coşkuyla katılıyor türkülere... Hepsi ezbere biliyor...

Gerçekten o birleştiriciydi. Allah gani gani rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.

Başbakan’ın medyaya yüklenmesi samimiyetinden!

- Enver Aysever, Ümit Boyner’e “Başbakan’dan korkuyor musunuz?” diye sordu. Bu soru size sorulacak olsa ne yanıt verirdiniz?

Başbakan istişareye çok önem verir. Her birimizle... İnsan ilişkileri çok kuvvetlidir. Bize hissettirdikleri bu. Ben uzun yıllar çalışma ekibinin içinde bulundum. Bir konuyu tartışmaya açarken, önce kendi fikrini söylemez, tek tek bizim görüşlerimizi alır. Serbestçe ifade etmemize ilişkin demokratik ortamları oluşturur. En aykırı fikirleri bile sabırla dinler. Müthiş bir sabrı vardır. Çok samimi ve dürüst bir liderdir. Ve hangi meseleye çözüm üretirse üretsin, aklıyla vicdanı paralel çalışan bir liderdir. Hiçbirini diğerine yeğlemez. Yani “Benim vicdanım kaldırmıyor ama doğrusu bu” dediği hiçbir vaka görmedim. Ben siyaseti Başbakan’dan öğrendim. Siyasi tecrübeye sahip değildim. AK Parti benim okulum oldu. Kendime hiçbir zaman, “Burada ne arıyorum?” sorusunu sormadım. Doğru kadrolarla, doğru liderle, doğru şeyler yaptığıma inanıyorum ve açıkçası geleceğe de güvenle bakıyorum bu anlamda. Diyeceğim, dışarıda Başbakan’la ilgili olarak oluşturulan algıların bizim tarafımızdan hiçbir karşılığı yok. Millette de yok.

- Peki ya o sert üslubu?

Sayın Başbakan kendisini üç yıl önce de böyle ifade ediyordu, beş yıl önce de... Şimdi şimdi bu yorumlar yapılıyor. Her zaman bu üsluptaydı. “Öfkeyi bir hitabet sanatı olarak değerlendirin” diyordu.

- Öfkeli bir üslubu var yani?

Değil, altını çizerek, belirgin bir şekilde söylemek istediğini söylüyor. Üç dönemdir iktidarda olan bir başbakan istediği her şeyi yapabilir diye düşünüyorsunuz değil mi? Bunu başka bir şekilde de yapabilir. Hani eski dönemlerde yapılıyormuş ya, bazı yerlere telefon açar mesela, ama yapmıyor. Şimdi Başbakan medyaya ekranlardan yükleniyor. Bu bir samimiyet. Açık bir insan, açık yürekli bir insan Başbakan. Ne söyleyecekseniz siz de açıktan söylüyorsunuz, o da açıktan söylüyor.

Dindarım ama solcu bir aileden geliyorum

- Peki siz de dindar mısınız, muhafazakâr mısınız?


Evet, dindar ve muhafazakârım. İnancım beni korkusuz kılan, hayata bağlayan, hayatımı anlamlı kılan, beni güçlü kılan bir şey. Ama ben solcu bir aileden geliyorum.

Önemli olan Evren’in yargılanması, cezalandırılması değil!

- 12 Eylül yargılanacak dendi, o yüzden 12 Eylül Referandumu’nda evet oyu verdik ama gördük ki yargılanmıyor ya da sözde yargılanıyor deniyor. Ne diyorsunuz bu eleştirilere?

Niye sözde? Ne yapılması gerekiyor başka? Ne yapılması gerekiyordu da yapılmadı? Yargılanıyorlar işte!

- Yargılananlar cezalandırılacak mı?

90 küsur yaşında bir insan var karşınızda. Türkiye yargılamalarını yaparken uluslararası hukuk sisteminin getirdiği ve kendi gelişmiş demokrasisinin uygun olduğu şekilde bunu sürdürür. Eğer hastaysa, “Getirin onu, tutuklayın” değildir bu. Yaşı gereği hüküm giymiş bile olsa, Evren’in o hükmü çekmesi, cezaevine girmesi gerekmiyor. Ne bekleniyor ki başka?

- Önemli olan yargılanması ve o suçu işleyip işlemediğinin ortaya çıkarılması diyorsunuz...

Evet. Burada eksik olan ne derseniz, hep bu söyleniyor; tutuklanmamış olması... Kendisi uzun süredir tutuklu olup da “Niye o tutuklanmıyor?” diyenler var. Eğer bir şeyin yanlışlığını kendi üzerinden kabul ediyorsan, başkasına yapılmasını ister misin? O tez de çok saçma bir tez.

Benim ailem de 12 Eylül’de bedel ödedi

- Siz hiç kendi üzerinizden anlatmak istemiyorsunuz ama bugün düşününce, 12 Eylül’den, o günden, çocukluğunuzdan aklınızda kalan ne var?

Ben o gün yaşadıklarımı hiç anlatmadım. Komisyon çalışmaları bitene kadar da anlatmayacağım. Çünkü onlar bireysel hikâyeler, komisyon çalışmaları biraz kendi acılarımız üzerinden gidebilir. Onun için anlatmak istemiyorum. Ben kendimi çok dışında tutarak bakıyorum bu meseleye.

- Peki aileniz bir bedel ödedi mi 12 Eylül’de?

Evet, bir bedel ödedi benim ailem de.

Onun için ne yaşadığımız konusunu anlatmak istemiyorum.

- Belki bu görevinizi tamamladıktan sonra mı?

Belki paylaşırım, belki paylaşmam. Çünkü... (Duraklıyor, gözleri doluyor...) Boş verin... 

Mine Şenocaklı-Vatan

ÜYE YORUMLARI

Yorum Yap

Facebook Yorumları